29 Mart 2020 Pazar

JİLETLER HAZIR BİLEKLER TERTEMİZ

 Metnin bazı kısımlarındaki küçük ipuçları konu başlıklarıdır, okuyunca keyifli geldi. Burada dursun.  Şu playlist ile dinleyerek okursanız daha da anlam kazanır. Herhangi bir imla ve yazım kuralına uyulmamıştır.

Not: İsimler semboliktir.





  tr.arabesk
Fransızca: arabesque
1.       isim Arap müziğini andıran, genellikle karamsarlığı konu edinen bir müzik türü.


 Konfeksiyon atölyesinde; boynunda mezurasıyla gezen bir ustabaşı, yaşıtım birçok çırak ve onlarca usta makineci abi ve ekseriyetle overlok makinesinde çalışan ablaların yanında büyüdüm. Sabahları ikişer tane leş mayalı poğaçayı ağzımıza çayla tıkıştırıp 2 dakika nefes almak için zaman yaratmaya çalıştık 15 dakikalık sabah paydoslarında. Benim için hava hoş, her ne kadar mülteci götüne dönsem de her akşam atölyeyi temizlerken, sonuçta patron çocuğuydum ve sadece yaz aylarında ve ara sıra okul zamanları öğleden sonra oradaydım. Çoğunlukla da arazi olurdum.  Ama o abiler, ablalar orada büyüyüp orada kalanlar.

"bir dünya kurmuşlar kendilerine
ruhunu kaybetmiş bedenlerine
kahredip durmuşlar kaderlerine
feryadım yaşarken ölenler için "

https://www.youtube.com/watch?v=Xck41p3-Rfk





Arabesk denen müzik türü ile ilk tanışmam o yıllara denk gelir sanırım ilk defa ilkokul 5. sınıfta. Patron çocuğuyduk sonuçta, hamal sırtına dönsem de o atölyede, bizim hayat şartlarımız iyiydi her zaman. Anlam veremezdim çok fazla enstrümandan çıkan inanılmaz boğuk o müziklere. Ne dediklerini, neden bahsettiklerini, neyi kast ettiklerini de anlamıyordum açıkçası. Sadece o abiler, ablalar ve ustabaşı seviyordu bu şarkıları. Sadece bunlar çalıyordu.
 Inanılmaz kesif bir sigara dumanına karışan kot kumaşı tozu, bembeyaz floresanla aydınlatılan ve çok çok fazla rahatsız edici seslerin birbirine karıştığı bir yer olarak tasvir edebiliyorum o atölyeleri sadece. Sese çok fazla duyarlı olmamın, yüksek sese çok fazla tahammül edemeyip öfke krizlerine girmelerimin sebebi de o günlere dayanıyor sanırım. Pavlov’un Köpeği gibi bir şey oldum emreden/isteyen tonda yüksek ses duyduğum anda kafamı çevirip bakıyorum hala. Çıraktım ben sonuçta, istenilen şey anında götürülmeliydi. Belki makas, belki de 50 numara oltalı marka sarıya çalan renkteki iplik bobini kafana doğru uçabilirdi.

"eskiden zevk alıyordum
yaşadığım alemlerde
şimdi neden sevilmem
kaçıyorum herkesten"

https://www.youtube.com/watch?v=5r5vj8uebis

Bülent abi Tatvandan göçmüş. Arka ceplerini takardı kot pantolonların. Selma o ceplerin yerlerini çizerdi, Ahmet o ceplerin kenarlarını ütüler takılmaya hazır hale getirirdi. Kafamda onları cep çetesi olarak tanımlardım. Üç kişilerdi, birbirinden sikik hayatları vardı. Bülent abi ekmeksizlikten göçmüş bizim sikik semte. 80lerde han köşelerindeki atölyelerde çırak olarak başlamış üç otuz paraya. Bekar odalarında kalmış 8 kişi bir odada, Küçükpazarda. Öğrenmiş bu işi. Statüsü yüksektir ha atölyedeki. Cepçiler yetenekli adamlardır. Ucu sivri kundura ve büyük yakalı gömlekler giyer. Kumaş pantolonu eksik olmaz. Paçalarını da yine bizim atölyede yapar. Askerden gelince evlenmiş, geçinmeye çalışıyor. En çok Müslüm Gürses dinler. Şu dağlarda kar olsaydım çalınca es verir, sigara yakar, brother marka çift iğne makinesinin tablasına inceden bir vurur of amına koyayım diyerek. Triptir bunlar, kimse o kadar içli değildir o atölyede. Ama işin raconu mu derler, budur. Selma, çizimci, kıdemli çırak. Kimse onun gibi cep çizemez. Kalıplarını özenle tutar. Ölçü bilir. Eli hızlıdır. Köyden kente göçmüş bir ailenin iki kızından biri. 17 yaşlarında. Sanıyorum ben 12 yaşlarındayım o sıralar. Okul mokul hak getire. Alfabeyi öğrenmiş sonra ablasıyla birlikte atölyede bulmuş kendisini. Para lazım eve. Baba sadece çobanlık bilir, şehirde kazandığı para 4 çocuğu büyütmeye yetmez. Selma da evlenir zaten 2 sene sonra. Genç kızdır işte, sevmez arabeski, sürekli pop dinlemek ister. Ama hak getire pop. Atölyenin geri kalanı Mustafa sandala ibne gözüyle bakar. Arka sokaktaki atölyeden son ütücü bir gençle flörtleşir. Kaçtılar sonra beraber zaten. Sebebini ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Ahmet ütücü. Parmakları hissizdir 2 bar basınçla buhar verebilen büyük kazanlı ütüyle parmaklarına yarım santim yakın çalışmaktan. Sık sık su toplayıp patlar parmak uçları. Askere gidecek. Adıyamanlı kendisi, lise 2 terk. Işsizlikten göçtü 2 sene önce şehre. Burada yaşayan amcasının yanında yaşıyor. Kürtçe şarkılar dinlemeyi sever. Arada sırada çalan Kürtçe şarkılarda heyecanlanır kafasını öne eğer, ütüye ve ceplere daha bir şevkle bakar. Menzile inanılmaz saygı duyar, korkar.

"ah nasıl inandım
masum çocuk gibi
her şeyimle senindim
neden hep ben ağladım"

https://www.youtube.com/watch?v=rg7pagrwbmw

Erkan abi Dersimden göçmüş. Beyanı bu. Dersim der, topsakal bırakır, Marx bilir, Che hayranıdır. Her öğlen 1 saatlik paydostan sonra kapının önünde sigara içerken çırakları örgütlemeye çalışır. Örgütlenme dediğimiz sandığınız örgütlenme değil güzel beyler hanımlar. Ayak üstü "olm ezdirmeyin kendinizi ha o piç suyunu kendi alsın" minvalinde abi öğütleri işte. Siyaset konuşurlar diğer usta makinecilerle, patronun her sabah alıp okuduktan sonra kapıya bıraktığı posta gazetesi haberlerine bakarken. erkan abinin muhalifliğini kimse siklemez. Erkan abinin sandığı proleter değildir konfeksiyon işçileri. Ne düşünmeye vakti vardır ne de mesai sonra sol yumruğunu havaya kaldıracak mecali vardır diğer işçilerin. Nesillerinden dolayı da gayet apolitiklerdir. Sonradan çok iyi anladım Erkan abiyi. Ben lisede solculuk oynayıp yaz tatillerinde atölyede insanlarla siyaset konuşup siklenmeyince çok sıktım dişlerimi. erkan abi neden yersiz fevri iken çoğu zaman mütebessim o zaman anladım. İnönüde karşılaşmıştık, grup yorumun 25. yıl konserinde. Halaya da durduk beraber. Sigara içtiğimi de ilk o zaman öğrendi. Patron çocuğuyum ben, ama orada sadece sigara içmeme şaşırmıştı. nerede bilmem erkan abi. top sakalı beyazlamıştır, kaçak tütün içiyodur şimdi. ama kesin posta okumuyodur artık. arabeski dejenere bulur, ama yakarsa dünyayı garipler yakar, mırıldanırdı bunu. Bilirdim.

Bilmezdim aslında, sonradan idrak ettim.

"ıssız bir köşeye serdim postumu
yağmurlar rüzgarlar örttüm üstümü
unuttum düşmanımı, hem de dostumu
alıp vereceğim kimse kalmadı
dostum diyeceğim kimse kalmadı"

https://www.youtube.com/watch?v=ldko0eszlni

Ben konfeksiyon atölyesinde büyüdüm. Babam patron. Kardeşlerim de aynı yolun yolcusu. Bilirler bu işin ibneliğini de insanlığını da. Okuduk biz. Ama hala her yaz, her boş anımızda atölyeye damlarız. Nefret ederiz bu işten. İşbu ya her konfeksiyoncunun ağzından çıkanı söyleriz biz de.

"Tadı tuzu kalmadı bu işin de amına koyim ya."
"Yapılacak iş değil bu.”
"Fasonlar kurtarmıyor artık."

Bu ortalama 40 kişilik atölyenin içinde büyüdük, abiler gitti, ablalar gitti, yerine yenileri geldi. Her biri yeni hayat. Anlatamayacağım kadar çok hikâye, çok kırgınlık. Köyden kente göçmüş abiler, ablalar, kardeşler. Parasızlar, gömleksizler, yalınayaklar. Yerlerini Suriyeliler aldı. Aynı hikâyeyi Suriye’de yaşarmış onlar da. Kürtçe biliriz, Arapça da öğrendik neredeyse. Dinledik öğrendik. Suriye’deki konfeksiyoncular da farklı değilmiş bizden. Sonra okulda öğrendim ben. Dünyadaki tüm işçiler aynı şeyleri yaşarlarmış. İngiltere’de çocuklar toz toprağın içinde fabrikalarda yatarmış koğuşlarda. Hoca söyledi bizim, sanayi devriminden sonra böyle olmuş. Biz çıraklar daha iyiydik. Kesimhaneye arazi olup kumaşların üstünde kestirirdik 10 dakika. Markete sigara almaya gönderirlerdi, 5 dakika bakkalın önünde meybuz yer öyle gelirdik. Fırçamızı yerdik, belki ucundan şiddette vardı ama koğuşlarda uyumazdık. Erkan abiler daha ateşliymiş o zaman, kimdi o Peterloo katliamında konuşma yapan abi? erkan abi onun torunu işte. Dersim falan siktir et. Bizzat o işte erkan abi.

Bu kadar anlattın ama arabeskle ne alakası var bu işin be amına kodumun dersen haklısın. Bilmem işte, vardır elbette bir bağlantı bu anlattıklarımla arabesk arasında. Dert yüceltmedim. nefret ediyorum bu işten, gördüğüm onlarca kırık kalpten, yarım kalmış aşktan, geçim sıkıntısından, abimle birlikte askere giden ama geri dönemeyen Mehmet’ten, Müslüm Gürses’ten, Azer Bülbülden, Devran Çağlardan, Hakan Taşıyandan, Bergenden. Maaşını aldıktan 10 dakika sonra yolda düşüren Songül ablanın eve dönüp babasına veremeyeceği cevaptan.

Arabesk bu insanların müziği. Köyden şehre göçmüş, ekmek parası kazanmak için köpek bağlasan durulmayacak yerde çalışanların müziği. Zaman zaman benim de müziğim. Bir arkadaşımın playlistinde gördüğümde gözümün parladığı müzik. Leş mayalı bir poğaça yedikten sonra midem yandığı an midemin haykırdığı müzik. Beni reflü eden müzik.

ben bunları neden anlattım? ne bileyim amına koyim. Yaşamak ölmekten hazin geliyor bazen sadece.

kadehler açıyor dostla aramı
kimse dinlemiyor sarhoş dramı
şarkılar deşiyor gönül yaramı
her telden bir başka hüzün geliyor

https://www.youtube.com/watch?v=IShbePzxIsA


28 Mart 2020 Cumartesi

BU ODAYA 1 ADAM YETER


Hep böyleydi ki. Melis, Abdullah, Hasan, Alp, Selma, Hüseyin. Bunlar benim en iyi arkadaşlarımdı. Melisle 15 günlük yalnızlığımda tanıştık, mükemmel bir sesi var. Elimde dededen kalma bir çakaralmaz vardı, kötü bir kahve, bol sigara dumanı ve bir iki kutu antibiyotik eşlik  ediyordu masama. Eğlendik Melisle, ben ona şarkılar söyledim. Kötü pop şarkılar, o bana ateş etti. Ben 2 tane antibiyotik içtim, o bana şarap uzattı boğazımdan rahat geçsin diye haplar. Ben ona kahve verdim, o bana sigara uzattı. Abdullahı görmüyordu Melis, arkamda bize bakıp ağlıyordu Abdullah. Alp’in ise sesi yankılanıyordu kulağımda; “Bu sen değilsin, ama çok mutlusun” diyordu. Selmayı ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim, çantasının ağırlığında ezilmişti omurgam, hala kullanamıyorum sağ kolumu. Selma hala aynı çantayı taşıyormuş. Duyumsuyorum acılarını. Hüseyin ise bol bol küfür etmiş Alp bu yaşananları anlatınca ona. Kafasını sikeyim onun demiş, kafasını. Ben ona böyle mi anlattım demiş. Küçük dilimize namluları doğrultmuşken konuşmuştuk Hüseyinle. Kafamı kaldırdım Hasan’ı duydum. Kalk amcoğlu diyor, beynin çok kanıyor.


Dinle bunu.



27 Mart 2020 Cuma

LAKİN BİR TARAFIMIZ HÜZNE DAHA BİR MEYİLLİ

GİRİZGAH-IMSI


Üstünden bir miktar zaman geçtikten sonra yazıyorum bu yazıyı. Nazım’ın bahsettiği sol mememin altındaki cevahirde bir sancı var ama çözemedim. Kalbim fazlasıyla çarpıyor. “Bir şey olacak ulan!” hissi tekrar hasıl oldu canıma. Yine bir gitmek kaygısı, ağulardan süzülmüş. Bunları yazmışım ardından. Z raporu alır gibi toparlamaya kalktım tam olarak gittiğinden emin olduğum için. Onlarca şarkı, bir o kadar yazı kalmış ardından. Var olsunlar! Bunlar da birer çentiktir, tecrübeler duvarımda. Hala ellerim titriyor ve hala çişim varken yazamıyorum. Olsun bunlar da yaradır nihayetinde, benden öncekilerden kalan. Benden önce de vardı bu yaralar, söylemiştim. Bedenimde taşımaya devam edeceğim. Bu yolun bir kısmına eşlik ettiğin için sana da teşekkürler. Bol şans.


MİDEMDEKİ TIRTILA DAİR

İlginç becerilerim vardır, insanın yüzüne iyi şeyler söyleyememek gibi. Ama anlaşılabilir bir durum bu sevgili okuyan. Hepsini anlatacağım ben, lütfen dinle beni. Hulusi ben, özgüven problemleri yaşarım. Ama her hasarlı kuruntuları olan insan gibi kağıtla kalemle iyi anlaşırım. Kimsenin okumayacağı şeyler yazarsan, yüzün kızarmaz. Korkmazsın, kimse seni utandırmaz. Ellerin titremez, inatla uzanmaz cigaraya. Kağıtla ilişkim okuma yazma öğrendiğim günlerden beri iyidir. Ama Tanrı şahidim olsun, hiçbir zaman bir kâğıdı elime böyle heyecanla, korkuyla, mutlulukla ve hüzünle almamıştım. 
Boktan bir Şubat’ın 8. Gününde güzel şeyler oldu. Yorgundum, mutsuzdum; param, arkadaşım, yemeğim yoktu. Evdeydim, hastaydım. Kahvem ve sigaram vardı sadece.  Yıllardır beynimi gıdıklayan o düşünceyle meşguldüm yine. Açık konuşmak gerekirse, sarhoş değildim, Kasımpaşa’da da değildim. Fakat ben de vursam kendimi vuracaktım. Sonra bir ses duydum, cennetin en derinliklerinden geldiğine yemin edebilirim.
Ve bingo! Ben dünyanın en mutlu adamıyım! Hulusi denen varlık, hayatının düzene girebilmesi için bir mucize beklemeye meyillidir, (Bunu bir arkadaşımdan çaldım, mehdi ismiyle müsemma!)  Şu an kendimin kurtarıcısıyım. Yıllarca beklediğim mucizeyi kendim yaratmaya başlıyorum şimdi de. (Gelecekten not: YARATAMADIM)
Bu sözlerimin sözler içindeki anlamı çok farklı sevgili okuyan. Bahsettiğim basit salt bir sevgi yahut aşk değil. Bahsetmiştim ilginç özelliklerim vardır, arada bir kendimi düşünebilmek gibi. Ben bir varlık tanıdım ki evim artık gül kokar. Fakat gül kokusu ben ile müsemma değildir. Bu henüz    anlatmadıklarımız arasında. Ben Hulusi, satırlardır cesaret edemediğim şeyi yazacağım bir sonraki satırda. Hazır mısın?
Varoluşunun üzerimde anlamı büyüktür. Varoluşun; benim gibi angut adamları hayata tekrar bakmaya değecek şeyler bulmaya itebilir. Varlığının varlıklar arasındaki anlamı çok daha büyük. Anlattığımız, dinlediğimiz şeylerden münezzeh bu bahsettiklerim. İnan tahmininden çok daha fazla şey ifade ediyor ağır aksak çalışan kulaklarımda sesin.
Hislerim anın sıcaklığıyla mı bu kadar yoğun, yoksa Hulusi yine Hulusiliğini mi yapıyor bilmem. An’ın anlamı da büyüktür bende. Sesin eksilmesin kulaklarımdan, ama bu kadarına da minnettarım. Nefes alabildiğimi görmek müthişti.



KOLTUĞA OTURMUŞ, KENDİMLE SOHBET EDİYORUM. LAF LAFI AÇIYOR

Karlı bir şubat günü rastladım sesine, kendimi ararken. Kapkara ciğerlerimden çıkan iltihaplı nefesimle dokundum gülüşlerine. Öyle gülüşlerdir ki; merhametten ağlamayı istedim defalarca. Görüyorum gözümü kapattığımda yürüdüğünü kıyılarımda. Yalınayaksın.

''kadınların sahiden doğurduğuna
Toprağın da sürüldüğüne inanmıyorum.
nicedir kavrayamam haller içinde halim
demiri bir hecenin sıcağında eriyor iken gördüm
bir somunu bölünce silkinen gökyüzünü
su içtiğim tas bana merhaba dedi, duydum
duydum yağmurların gövdemden ağdığını*''

Söylemiştim, kendimle sohbet ediyorum. Laf lafı açıyor. Bir monologdur ki sürüp gidiyor beynimde.

GELECEKTEN NOT: Bu yazının bir kısmını atmak zorunda kaldım, anın etkisiyle müthiş fakat inanılmaz acı veren şeyler yazmışım. Hiçbiri gerçekleşmedi. Gerçekleşmemiş şeylerin varlığı sinir bozuyor. Bunun yerine bir şarkı bırakıyorum aynı hisleri taşıyan;

"Benim sürgün görmüş gönlüm uslanmış yine
Takılmazmış artık öyle kimse senin pesine
Herkes yasarken kalbiyle benimkinin bana yok bi’ yararı
Söyle yerine neyi koyayım?
Herkes yasarken kalbiyle benimkinin bana yok bi yararı
Söyle yerine kimi koyayım?

Arıyordum onu yıllardır bulut oldum gezdim
Avareyim severim şarap bos durmasın testim
Her gün sokakta yana yakına bi soğuk ki yatak hani çivi gibi
Söyle nasıl ısıtayım?
Her gün sokakta yana yakına, bi soğuk ki yatak hani çivi gibi
Söyle nasıl ısıtayım?

Uçacak bir halim yok ki, gezemem dünyanı
Cahilim arkamda kalacak üç şarkim beş kitabim
Bi lokmam bi hırkam var benim
O da dindirmez sizim
Söyle yarama neyi basayım?
Bi lokmam bi hırkam var benim
O da dindirmez sizim
Söyle yarama neyi basayım?**"

GÜNLERDEN BİR GÜN YOKSUN

“Geceleri ben sahilden adaya bakardım(!)”
Terse evrilen bir yaratık olarak Akdeniz’de var olan bir adayı görmek için Karadeniz’e, ufukta görünmeyen Ukrayna’ya bakardım. Ellerimi siper etsem gözüme görebileceğim sanki kıvır saçlarını ufukta. Nihayetinde güneyi görebilmek için de kuzeye bakmalı insan.
Ben 24 yaşımda sırt çantamda kitaplar, iç cebimde yarısı içilmiş ılık votka, sağ cebimde yorgun aşkın hatırası bir çakmak, göt cebimde bol hayal kırıklarıyla koşuyorum. Korkuyorum geç kalacağım sürem bitecek diye. Korkuyorum biri gelip bu top benim, sen oyundan çık diyecek diye. -Ki ben okullarından kaçan her çocuğun sigara içtiği o izbe sıvasız, yarım kalmış binadaydım. Korkuyorum vefam karşılıksız kalacak, değeri bilinmeyecek diye.

HEZEYAN

''Acele iştir, şeytan karışır. Boynu tutulan genç aynı yöne bakar, durur. Aşkın aceleye gelen yanı aşık olmadır, ötesi uzun sürer. Âdemoğlu dostunu birlikte yaşadıklarından ötürü seçip kararlaştırır. Aşkta ise tersi söz konusu. İmkansızın, mümkün oluşu. İmgeler oyunudur aşk.***''

CİĞERİNE PASLI TORNAVİDA GİRİNCE NASIL HİSSEDERSİN?

Kandırıldığımı hissettim çok defa. Hayatın muhteviyatında bulunan çoğu anlık zevklerden beyhude çabalarımla kaçtım. Nefsime hâkim olabilmek adına fazlasıyla gem vurdum benliğime ama çıkamıyorum şimdi işin içinden. Dünyanın tek kuralına karşı çıkamıyorum. Değişemiyorum, inanamıyorum. Marx söylemiş bunu, sonra Hegel söylemiş Tanrı söylemiş. Tarih tekerrürden ibarettir. Ben bir Aziz ya da peygamber değilim. Ellerime bakarak anlayabilirsiniz. Sanmıyorum Muhammed’in yahut Süleyman’ın ellerinin titrediğini. Görseniz beni uzaktan dersiniz ki, ne yitik bir adam! Sırtım kambura çalıyor, kalbim çokça kırık, dişlerim çürük, saçım dökük, kulağım sağır, gözlerim kör. Tanrı’nın bana bahşettiği tek bir yetenek var. Ben karşımdakini hissedebiliyorum. Anlıyorum kırıldığını darıldığını, küçükken koltuğu çizdiği için suratına tokat yediğini. Bu beni dayanılmaz acılara sürüklüyor çoğu zaman. 24 yaşıma kadar yatamadığım çoğu uykumun sebebi de budur aslında. Uykumun çoğunu tanrıya verdim!
Senle konuştuğum çoğu şey zihnimi çok yaraladı. İnsanın içinden atabileceği en kolay şey bir çocuktur. Fizyolojiniz buna izin verebilir. 100 kişiye sorsam dünyanın en büyük acılarından birinin doğmamış çocuk kaybetmek olduğunu söyler. Peki ya benim içimden kolayca atamadığım doğmamış kaygılarım ne olacak? Ömrünü aşağılık kompleksine adamış bir insan yıkıntısı olarak ben nasıl yarışabilirim bir gölgeyle. Gölge -ki yumruk işlemez.
Çocuktum, babamın silahı vardı. Bizim silahlarımız hep vardı. Ailecek kaygılarımız bizi hep insan öldürme aygıtlarına sahip olmaya itti. Annem ve babam kavga ediyordu. Çok çocuktum. Sadece bu iki kocaman insanı durdurabilecek şeyin bir mermi olduğunu algıladım o an. Bilinçsizdim, dolabın üstünden o tabancayı aldım ve ateş ettim. Kimseye isabet etmedi ve ben bayıldım o ruh yaran ses yüzünden. Uyandığımda her şey değişmişti. Bir şeyi yok edebilmenin bu kadar kolay bir eylem olduğunu anlamam hayattan ve dahi günlük yaşamdan kopardı beni. Ölmek çok kolaydı. Ahlaktan edepten ve Tanrı’dan uzaklaştırdı beni bu bilinç. O günden başlayıp gençliğime kadar her şeyi kavga ederek kazandım. Çok dayak yedim ve çok insan yaraladım. Çok kemik kırdım, çok kemiğim kırıldı. Artık dövemiyorum kimseyi, artık o kadar kolay da değiştirmiyor bu yöntem bir şeyleri. Düzeltmiyor da. Özellikle içimdeki yılgınlığı. Şiddet algımı kaybettim, kendimi öldürebilme fikrinden kopamıyorum hala.


SENDE VAR MIYIM, SENDE YOK MUYUM? KENDİMCE HAKLIYIM... BİRLİKTE DOĞRUYUM..
.
İçinde ben yokum. Belki varım, nasıl varım bilemem. Ben herkesin içindeyim sanıyordum kendimi. Kimsenin içinde değilmişim. Bana yazık oldu ki ben böyle ziyan oluş yoktur derdim. Kifayetsizim ve daha da iflah olmam. Ben kendimde bile değilim.
İçimde bir şeyler öldü eminim. Tenim hala sıcak fazla uzaklaşmış olamam!

İLLÜZYON

Vardık, var olmayacaktık. Fark edildik, onlarca mezar taşı içinde fark edilmeyeceğiz.
-en fazla nereye dönebilirsin ki?
+hiç'e geri.
 Bir iz bırakacağız mutlaka. Belki de bir iz bıraktık bile muhtar. Fazla diyecek bir şey yok, insan olmanın gereğidir var olmak, insan olmanın gereğidir onuruyla tekrar yok olmak.”

KALICI HASARLAR

Kalemime hiçbir aşkın izi değmedi şu güne kadar. Sana kadar. Bak ben yalan söylemem, ne söylediysem doğrudur. Hayatımdan geçen birkaç kadının izi durur bir yerlerde. Durmalıdır da. İnsan olmanın gereği budur. Ama sen kapattın hepsini. Ben sendeki izleri kapatamıyorum. Biz, biz miyiz? Ondan bile emin değilim.
Senden hariç bu anlattıklarım. Benim hasarlı kaygılarım bunlar. Ben kendim olamıyorum. Yazmasam çıldıracaktım. Yazdım, öldüm. Kendi cenazemi en önden seyretmek istiyorum ben. Düğünümün kır düğünü olmasını değil cenazemin kır cenazesi olmasını planlamak istiyorum.
-Çok güçsüz ve korkak hissediyorum doktor.
-Kendimi öldürsem kaç yıl yerim polis abi?

OUTRO

Hayatımın belli bir kısmına eşlik etmiş, bana müthiş hisler yaratmış müthiş varlığın; varlığından yokluğuna yazılmış sürecin tenimdeki izleridir. Yaşarken müthiş, yazarken acı veren, okurken kolumu sızlatan şeyler yazmışım.  Anlamsız kaygılarımı, hasarlı kuruntularımı, saygısız acılarımı utanmadan, yerinmeden insanlığa sergileyebilmeyi öğreten, hayal kurma refleksimi yeniden doğuran müthiş varlığa sevgilerle. Güneye, Güneşe ve bilimum güzel hayale iç çekerek bakıyorum. En çok onlar güzeldi. Bol şans.


*: İsmet Özel-İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır
**:Deniz Sungur-Söyle
***:Hasan Yurtoğlu-Weysel Paradoksu
****:Artık var olmayan bir abi.