25 Aralık 2020 Cuma

KATİL

 sigara içmeye başladığımdan beri böyle. uyanınca sigara yakıyorum. ve ilk sigaramın sonuna doğru banyoya koşup kusuyorum. kusmak bir ritüele dönüştü benim için. ister istemez nerede olursam olayım sabah uyandıktan sonra içtiğim ilk sigaranın sonunda kusuyorum. sartre'a bir nazire gibi bulantılar yaşıyorum. bu bulantılar gün içinde de rahatsız ediyor beni. neyse. kahvemi de içip yatağımda günü geçirmeye karar verdim.

 bence zamanı öldüren bir katilim ben... her doğum günümde bir yılımı daha öldürüyorum. her doğum günümde olduğu gibi yine şehrin en ucuz pastanesinden en ucuz pastamı aldım. kimsem yok kendim alıyorum pastamı. içeride kızına 'doğum günün kutlu olsun aylin' yazılı pasta hazırlayan babayı görünce şansıma küfrettim tekrar. şapkamı başıma çektim kimseye görünmeden evime geldim.

3 mum yaktım pastanın üstünde. geçmişim, bugünüm ve geleceğim için. bir an gözüm kapıya kaydı acaba içeriye bir sürü kişi dalıp doğum günümü kutlayacak mı diye. gereksizce uzunca bir süre bakındım. yine gelen giden yoktu. olanca gücümle mumlara üfledim. tek bir mum sönmemişti. siktir edip koydum mumları lavaboya. birisi hala yanmaya devam ediyordu.

5'e böldüm pastayı. bugünüm, gelecekteki ben, gelecekteki karım ve gelecekti kızım ve oğlum için. bugünümü nasıl olsa bitiriyorum diyerek yedim. diğer 4 parçayı elime aldım ve çöpe attım. onları gelecekte yiyecek birileri vardı ve ben şimdi onları yiyemezdim. belki bir gün bende mutlu olurum diyerek çöpten eve döndüğümde bir şey farkettim.


hala yanmaya devam eden mum geleceğimdi...

18 Ekim 2020 Pazar

DÜŞÜNDÜKLERİMİN AZI

yazmayı öğrendiğimden beri ara ara bir şeyler hissedip sonra devam etmek üzere sağa sola notlar alırım. devam etmişliğim yok bugüne kadar fakat aşağıda okuyacağınız yazıların her biri benim için fazlasıyla önem arz eden mevzular. hepsi bende iz bırakan duyguların, hislerin yansımaları. anlamsızdır belki, sikimde değil. yazmışım o an hissedip. ve çok yakınlarım bilir bazen bir kitaptan bir cümle bazense bir şiir takılır dilime. onlardan bahsetmişim biraz, biraz varlığımı sorgulayıp hiç'e çıkmışım. kalsın bu da burada, ahvalimiz böyledir. ve yine bilen bilir bu kadar karanlık, karamsar bi adam da değilimdir. eğlenceliyimdir esasında. fakat zannediyorum ki ister istemez herkes böyle şeyler düşünüyor. 

-her ergen gibi ben de çok fazla Bukowski okudum. günlerdir dilimde şu sözü var; "...ve şimdi buraya ulaştım ya burda olmak istemiyorum." kaplumbağalara çok özeniyorum. neredelerse oraya aitler. sırtlarında bir kambur gibi taşıdıkları evleri onların aidiyetlerini belirliyor. peh! bana bak.  charles baudelaire'ye nazire gibiyim. demişti ya;"nerede değilsem orada iyi olacakmışım gibi gelir. aynen öyle. böyle yazmak da hoşuma gitmiyor. sürekli birilerine atıfta bulunmak kendi fikrim yokmuş gibi hissettiriyor. hissettirmesine de gerek yok aslında. kendi fikrim yok. kopuk mu oldu bu paragraf? kopmazsa amına koyim.

-yapabileceğime emin olduğum şeylere motivasyonum yok. yapmıyorum. yapamayacağım şeylerden de çoktan vazgeçtim zaten. tek başıma yekten oksimoron örneğiyim. 

-sürekli bir hantallık hissederdim benliğimde vücudumda. son zamanlarda bunun kendim olduğunu anladım. kendime ağır geliyorum, kendimi taşıma gayretimle devam ediyorum yola. benim güçsüzlüğümden mi, ruhumun ağırlığından mı bilmiyorum fakat kendimi taşımakta çok zorlanıyorum. bazen altında kalıyorum. hani yaşlılar der ya; "guzum gafam kaldırmıyor" diye. ben kafamı bile kaldıramıyorum, zul geliyor bana kendimi kaldırmak.

-bıyığına soktuğum niçe ibnesine söyleyin göğsüme oturttuğu taşı kaldırsın. öyle bir hiççilik ki öleceğim için yaşamayı reddediyorum. öyle bir anlamsızlık ki tekrar susayacağım diye su içmekten alıkoyuyorum kendimi. ertelemek adımın yanına yeni bir isim gibi eklendi. çehov demişti. "hayatınız muazzam bir şafak tarafından aydınlatılacak olsa da eninde sonunda sizi de bir tabutun içine çivileyip çukurun içine atacaklar."

-insanların nasıl yaşadığına akıl erdiremiyorum, yaptığımız her eylem, yaşadığımız her an yok olacak. bu müthiş komik bir durum. bu komedinin farkına varmamak nasıl mümkün olabilir? bu komediye rağmen nasıl yaşanabilir? bu durum yaşamama engel oluyor. her eylemimi yok olacak kaygısıyla erteliyorum, her birinin kaygısının gölgesinde yaşıyorum. çok ilginç. var olamayan biri olarak varlığımı reddedip, varlığıma ket vurup yaşayabilmek. ya da bunun için çalışmak çok ilginç. Tolstoyun anasını sikiyim.

-oksimoron olduğumu söylemiştim, ölüm denen bir gerçeğin olması yaşamı değersiz kılmaz diyor bir yanım. bir yanım o bayık derslerimi hatırlıyor, diyalektik öğrendiğim. şuraya kadar ki anlattıklarım ve anlatacaklarımdan münezzeh olarak şunu söyleyebilirim; şuramdaki sızı geçmiyor.

-dünyanın sikinde değiliz. dünya, dünyanın üzerinde olduğumuzdan bile habersiz diye düşünüyorum. kendi isteği dışında dünyaya atılmış et parçaları olduğumuzu düşünüyorum. ve o kadar değişken varlıklarız ki kendi isteğimiz dışında atıldığımız bu yerde yaşamaya inandırılmış, kandırılmışız. bu bağlamda dünyaya müdahale edebileceğimizi sanmıyorum. son zamanlarda fazla nihilist görünüyo olabilirim ama aklımın erebildiği son raddede böyle düşünüyorum. 

-son notumu gördüğümde koca bir hassiktir çektim. hassiktir çekmemin sebebini söyleyemem hatta birçok konuda kendime katılıyorum ama hassiktir işte. bu konu üzerine ekleyeceğim şey, kendi isteği dışında geldiği dünyada, kendi istekleri dışında yaşayan, ölümü bile kendisinden habersiz bir zamanda olacak insanın intihar edebilme iradesidir. intihar edebilen insan bu değişkenlerin toplamına hassiktir diyebilmiş ve dünyaya gelişinden itibaren ilk kez kendi iradesini gösterebilmiştir. bu insanlara büyük saygı duymak gerek.

-her şey birbirini tetikliyor. melih cevdet anday okurken şunun altını çizmişim aylaklar kitabında: "..evrenin, insan için hiçbir özel amacı yoktur. İnsan türünün çoğalıp gelişmesi, sonsuz zaman içinde, üzerinde durulmaya değmez bir oyundur." belki anlamlı belki anlamsızdır.

-bir ayrılığın birden çok varyasyonunu yaşadım son 7 ayda. sonuncusu kesin ve netti. kendime bir daha bu işkenceyi yapmayacağımı umuyorum. öyle ki bu ayrılık, kimsesizlik hissi beynimin bazı bölgelerine hasar verdi. artık korkmaktan, merak etmekten bile yorulmuş halde zihnim. bu saatten sonra ya korkmadan yaşamalıyım ya da yaşamamalıyım.


27 Ağustos 2020 Perşembe

ALENEN OLMUYOR, BİLDİĞİN BECEREMİYOM

 kapıyı açtım, merdiven boşluğundan kapı açılma sesi duyunca geri kapattım kapıyı. kimseyle muhatap olmamak için. apartman da aile apartmanı ha! muhtemelen babamla karşılacaktım. telefonum günlerdir uçak modunda, wi-fi'ye bağlı olmasının sebebi de arada bir canım isterse birkaç arkadaşımla iletişim kurabilmek. halimi hatrımı sorana cevap vermiyorum. beni ilk yakalayıp telefonumun neden kapalı olduğunu soran kişiye telefonum bozuk dedim, yalan söylediğimi de biliyordu, çünkü onu görünce telefonumu kulağıma götürdüm, baş selamı verip uzarım diye. zaten  daha öncesinde numarasını engellemiştim sık arıyor diye. aramasın olm istemiyorum yalan söylemek. iyi değilim çünkü.

-hep yalan söylerdin de insanları atlatmak için, şu 3 ayda söylediklerin serdar ortacın kumar borcu kadar oldu, dağ gibi  büyüdü sinende. 

mücadele edemiyorum, hırslanamıyorum, isyan da etmiyorum, kabul de etmiyorum. olduğum yerde duruyorum, dünya dönüyor. öyle bi isteksizlik ki, sorulara cevap vermiyorum. görüp kendileri alsınlar mevzudan cevabı diye. konuşmaya değer görmüyorum hiçbi şeyi etrafımda dönen. geçen gün hep alışveriş yaptığım bakkal; "abi sen sigarayı mı bıraktın bayadır sigara almıyorsun" diye sordu. ben hiç sigara içmedim diye cevap verdim. düşünüp dursun götveren.   halbuki sigaraya çok para harcadığım için tütün kullanmaya başladığımı mevcut hükümetin vergi politikaları bağlamında anlatmak isterdim. önceden anlatırdım da, şimdi istemiyorum.

-şimdilerde anlıyorsun çaban boş ve beyhude, tekamülünü tamamlayamadan gireceksin çukura.

Kabul ettim artık, kemale erdiğimden değil. ham ervah oluşumdan. yok yani, olmuyor. hayatımda gerçekliğine ve doğruluğuna inandığım tek saptama bu. olmuyor. hiç hayal kurmazdım da, bazen kısa vadede bi şeyler düşünürdüm. artık onu da düşünmüyorum. yürürken biri gelip ilerde uçurum var, gitme kardeş oraya dese, yürüyelim bakarız görünce derim. ne yapacağımı planlamam. planlayamam. planlayamıyorum. 3 ay önce planlardım, 3 ay önce yaşanan değişiklikler sonucunda önümdeki 20 yıllık planın amına koyulduğunu öğrendiğim için artık daha da mecalim yok.

-ataletini korumalısın, bu saatten sonra yapacağın tek şey bir adım geriye gitmemek. sıfır, eksi birden büyüktür. hiçlik, kötü hissetmekten iyidir. 

ince ince planlamıştım, alacağım ev, içindeki buzdolabı, giyeceğim ayakkabı, gideceğim iş yeri bile belliyken şu an 1 ay sonra nerede olacağımla bile ilgilenmiyorum. 1 ay geçsin görürüz amına koyim!

-planların tutmamak gibi kusurları vardır. sen de muzdaripsin bundan. 

işe yaramaz gibi görünüyorum dışardan. insan değerini başka insanların hayatındaki vazgeçilmezliğiyle doğru orantılı olarak belirler. dönüp bakın etrafınıza, hayatınıza reel olarak katma değer katan insanlar vardır. var işte, bi problem olunca arayıp akıl aldığın, devlet dairesine işin düşünce arayıp iş çözdürdüğün. ben o konumumu çoktan yitirdim. söyledim ya önceden. telefonum kapalı.  işe yaramaz bir adam oldum kaddddiiinuum! yani. volkan konak hesabı. tatile çık bi istersen diyorlar utanıyorum. mücadele eden, yorulan insanın hakkıdır tatil. ben oturuyorum ki yerimde. hareket dahi etmiyorum. utanmasam altıma işeyeceğim. kalkmamak için yerimden.


önceden dibe vurduğumda kabullenirdim. derdim ki; düştün işte, insan düşer kalkıp işine gücüne bakacaksın bir zaman sonra. bu anının tadını çıkar. şimdi diyorum ki; kalkma amına koyim, kaçırdığın bir şey yok. çünkü zihnim o kadar çok dibe vurup çıktı ki, pusulam şaştı. şu an nerede olduğumu bilmiyorum. o yüzden, benim bu sular, ben yüzerim burda. dışarısı bana göre değil. zihnimin dışarısı. 

bir dövüş sanatıyla ilgilenmeye başladım, o iyi geliyor. çünkü karaciğerinize yediğiniz yumruk bir anlık yapay bir hayatta kalma dürtüsü yaratıyor zihninizde. canınız acırken vücudunuz sizden hariç bir şekilde sadece sizi hayatta tutmaya çalışıyor. bu eğlenceli. beynimi kandırmak, vücudumu manipüle etmek yaşadığımı hissettiriyor. ha bir de uyumayı, onu da uyuyamıyorum ama olsun. iyi geliyor.

bazen diyorum ki; "şöyle olsa ne güzel olur lan". sonra diyorum ki ya bırak amına koyim, kim uğraşacak o kadar şeyle otur oturduğun yerde. böyle bir sarmal içerisinde boğuluyorum. hem kırıklığı var hayal dediğin şeyin. bardağın boş tarafı gibi altı çizili bekliyor karşında. bunu kaldıracak gücüm de yok çünkü. hayal dediğin şeyin böyle hıyar bir tarafı da var çünkü.

bunu yazmaya devam etmeyi de istemiyorum şu an. belki bir paragraf yazıp son veririm ama. bilmiyorum ne yazacağımı. dümdüz duruyom yerimde. 

-günler sonra-

ne yazacağımı bilemediğim için bırakmışım orada. tekrar baktım tekrar bulamadım yazacak bir şey. ağlak bir gavat gibi görünüyorum ordan bakınca değil mi ? sen bi de beni ayaktayken görecektin.

7 Ağustos 2020 Cuma

ANLAMSIZDIR, VAROLUŞ GİBİ

 kalemimi istediğim gibi kullanmaya çalışırken çok yoruluyorum fakat deneyeceğim. bodoslama daldım sayfaya, istediğim gibi yazabilirsem okuyacaksın bunu. zaten okuyabiliyorsan istediğim gibi yazmışımdır.


acılarını acılarım gibi, utançlarını utançlarım gibi taşıyorum ruhumda. hayatımın en radikal dönüşümlerini yaşarken hissettirmedim bunu sana. ama acıların ile acırken bunu sana hissettirmemek çok zor. bunu beceremedim.

 "Yandım ateşlerde yandım

Söyle sen nasıl dayandın

Ben de hâl kalmadı"


bu çok kişisel bir hikaye, sadece bana ait aslında ama yazmasam çıldıracaktım. neler hissettiğini bilemiyorum, nasıl planların var onu da bilemiyorum. yerinde olsam neler yapardım tahayyül dahi edemiyorum. böyle bir kusurum var. kendi hezeyanlarımı yaşarken inanılmaz telaşlı ve panik halinde olsam da, ben dışındaki herkesin problemlerine karşı tamamen rasyonel bir gavat olabiliyorum. fakat inan duyumsayabiliyorum senin acılarını, yakarışlarını.



sen yürürken sırtında dünyayla, arkanda sırtında kamburuyla yürüyen bir varlığa güvenir misin onu da bilmem.  ben dünyayı sırtından atmış, sadece yürüyeceği yolu semerine bağlamış bir insanım. ve buradalığımla menşurum bu dünyada. benim sözüm senettir. kaldırımı görür geri kalkarım. dünyanın umrunda değiliz fakat inancım şu ki; hayat insanı kaldırıma burnunu değdirecek kadar düşürür ve geri kaldırır. 


şimdi oralarda tam tersi pusulamda bir yerlerde nefes almaya devam ediyorsun. -aynı gökyüzüne bakıp soluk almak bile müthiş!- benim aldığım nefes göğüs kafesime batarken, sancırken beynimin içindeki siyam kedisi, elbette ki sözlerimin değeri pay kaybetmez varolmaya teşne durumlar için. fakat varoluşum anlamsızdır. binlerce ontolojik kaygımın sonucunda vardığım sonuç bu. hiç! varoluşun ise piç etmiştir beynimin içindeki birkaç kimyevi etkileşimi. 

"Göğsümde bi' susta vardı zemberek gibi dönen

Duyamazdım kendi nabzımı bile kanımın gürültüsünden

Dua etmek için susturanlar kuşları

Kestiler benim çocuk sesimi kırık parmak uçlarım"


nerden geldi bilmem şu göğsümün üzerine oturan öküz, midemin üstüne oturan tedirgin güvercini ezen şu öküz! hrant abi şöyle demişti son yazısında: "Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce." benim de hrant abi gibi göğsümdeki tedirgin güvercine dokundular! o tedirgin güvercini ezen öküz sayesinde düzgün düşünemiyorum, düzgün uyuyamıyorum, yazamıyorum, yaşamıyorum. yakalıyorum bi yerinden mevzuyu, zorlanıyorum sonra tutmakta avuçlarımın içinde. çünkü benim bazı duyularım gibi parmak uçlarım da hissizdir. 


ahvalimi anlatırken gizli ögeler barındırmak canımı sıkıyor. yazmaya yeni cesaret bulmuşken birkaç gizli saklım olmasını da hoş karşılıyorum açıkcası, bu bağlamda kendimi nasıl gülünç durumlara düşürdüğümü anlatacağım; kendimi sızım biraz geçsin diye komik durumlara düşürüyorum. bir dert yüzünden bin dermana sataş oldum. aptal sporlar yapıp canımı yakıyorum, değersiz şeyler okuyup beynimi meşgul ediyorum -ki düşünme lanetime ket vurayım diye, değersiz şeyler  izliyorum -ki yansın diye şu beynim, kulaklarımdan dumanlar çıksın. tüm bu uğraşlarımın sebebi ecnebilerin comfort zone dedikleri şeyden uzaklaşmak  tabi ki. fakat şunu hesaba katmamışım, yersiz, yurtsuz bir adamın zone’u neresidir ki oradan uzaklaşsın? zone’umu siktiğiminin yerinde kendime yakıştırdığım her alanda yabancılık çekiyorum. yerküreye yakışmıyorum, yerküreyi kabul etmiyorum. öyle ki günün birinde terk-i diyar eylersem siyah olmalı kefenim. “ben bu dünyanın kirine bulaşıp da geldim karşına Ya Râb!” diyebilmek için. diyebilmek için; kirli geldim fakat pis değilim. onca yıl hayat manzarasına kirli bir pencerenin ardından bakan bir insan olarak temiz olduğumu elbette ki iddia edemem.  fakat bir gıdım kalmış haysiyetim adına çatıştığım her olaydan üstüme bulaşan bir parça kir yüzünden de kirli olduğuma inanmıyorum. 

"hesabı sorulmuycak cenin pozisyonunda yattığın günlerin

insanoğlu kirlenir"


insan olmanın onurlu bir tarafı yok nazarımda. sansasyonel diye tanımlıyor bazı şayirler. onlar şayir, ben sayir oldum aklı evvel bir insan olarak. stratosferde oturup dünyayı izleyen bir sayir. her şey benle ilgili. ama hiçbirinin öznesi olamıyorum yaşananların. benden habersiz yaşanıyor her şey. çıldırmama ramak kala yerküreye indiğimde ise kukla gibi hissediyorum. bunca yaşanandan anladığım şey şudur ki: hayat saçmasapandır. çünkü  ruhumu, bedenimi dünyaya satmışım da, yaptığım hiçbir şeyde irade gösteremiyormuşum gibi. ben olamayacaksam burada, ben olmamın ne anlamı var ki. söyledim duymadın mı! varoluşum anlamsızdır!


neyse ne... dediğim gibi kişisel durumlar bunlar, yazmaya devam etmeye de gücüm yetmedi, biraz sen biraz ben biraz da bizi anlattım. dilim de dönmüyor açıkçası hissettiklerimi anlatmaya. konuşmaya ve yazmaya başladığımda türkçem kusursuz idi. artık dil kurallarına uymayı bile anlamsız buluyorum. bundan bir süre önce yazdığım her şey anlaşılabilir olsun, kolay okunup anlaşılsın isterdim. şimdi bu da sikimde değil. yardım çağrılarım hep cevapsız kaldı zira.

 kuklayım demiştim, bir el yönetiyor beni yukardan. şimdi gökyüzüne bir merdiven dayayıp onun yanına gitmenin hayalini kuracağım!

7 Temmuz 2020 Salı

ÖYLEDİR ÇÜNKÜ BÖYLEDİR BAZI ŞEYLER

Diriliş; Güneşe verdiğim anlamı gözardı ederek tekrar bakıyorum gökyüzüne, bulutun da anlamı yok, güneşin de. Heyhat! Güneyde olmamın da hiçbir anlamı yok şu anda. Tanrıya da küstüm, Müjgana da. Ne tanrı gerek bana şu an, ne Müjgan. İkisi de yok zaten. Sonra başlıyor bir zincir sancısı. Demlenmiş görmediğim yerlerimde. Sonra günlerce uyku uyumuyorum, hiçbir şey yapmasam yerimde zıplıyorum. Sonra bir yıkıntı, günlerce uyku bir o kadar keder. Günde 3 adım. Belki. Çişim bile gelmiyor. Hulusi, Hulusiyi kovuyor. Hulusinin içinde.  Şimdi de mızıkçılık yapıyorum. Kıskançlık belki de.

ADALILAR
En elde edemediğim şiirdin sen. Henüz yazılmayanlardan. Yetmişlerinde bir imamın soğuk nefesinde azraili gördüğünde muhtemelen yazacağı. Masadan doyamadan kalkmışlığım, susamışken tuza dadanmışlığım. Güzeldin...

Gözlerimle seçemediğim bir tür işaret, hayır, bu bir rakam. antik yunanda henüz bulunmayanlardan. hem gözlerim kör, hem bilmediğim bir rakam bu. bir arenadayız, ben bir köleyim. ama sen gerçekten güzelsin.

Bir dans figürü, erotizmin ve asaletin bir arada bulunduğu. Başkaldırırcasına. Tango gibi. Hislerini bir pazar yerinde bile ürkmeden söyleyenlerden korkma. Ben o pazar yerindeydim, kaybetmiştim annemi. Öyleyse bu bir anıdır, sensiz yaşanan. Boş ver sen çok güzeldin

Bunlar bitmeyenler, hayal kurmak kadar, çamaşır suyu içmek kadar zor. Tatilden dönerken yaşadığın yorgunluk gibi tatlı. Ton balıklı salata yapmış gibi alelade. Sen böbrek sancısı çekerken de güzelsin.

Yastığının bir yüzü diken, diğer yüzü cehennem kadar sıcak. Korkmadan yat oraya, sen günahsızdın. Hz.İsa ne kadar yetimse, sen o kadar yetimsin. Meryem ne kadar anne ise, o kadar şefkatliydin. Bir günahsızın attığı taş gibi değmek isterdim tenine. Bu yolda Süleyman gibi mabedimi yaratmak zorunda kalıyorum. Yoksuzluktan. Sen sabahları dert etme, kahvaltıya kadar sürer onlar. Sen güzeldin.

Kes fotoğrafları, birleştir birbirine. Ne kalır ki elinde bir hayata dair. Bu bir öyküdür, körlerin gördüğü, sağırların duyduğu, okuması olmayanların okuduğu. Ama hüzünlüler.

O gün sen nasıldın bilmem. Bir arkadaşın evinde, balıkmış. Islanan bir balık. Onla sohbet ettim biraz, halbuki ben Süleyman değilim. Konuşamam balıklarla. Hele ki ıslanmış bir balıkla. Oturduk biraz, sohbet muhabbet. Keyifler yerinde, kal geldi, bir karın ağrısı. Karaciğerimin şurasında. Saplı bir paslı bıçak. Sen güzelsin.

Su ile ilgili birkaç vecize. İsyan eden su imiş hep. Direnense baraj. Hak veriyorum, sen güzelsin.

Birkaç tel beyaz... Bizi durdurmaz, sevinirsin bile. Zaten güzeldin.

Epistemoloji, eğitim metodları, birkaç ağır abi narası, büyük ekonomik sistemler, şiirler, şarkılar, karısını dövenler, vatandaşın poposunu dikizleyen polisler, burdurlular, ani çıkılan bayburt gezileri, can sıkıcı işçi ölümleri, konfeksiyon hatıraları, aile hezeyanları. ilk kumarım, son kaybedişim. güzelsin.

Sen çok güzelsin. Anlam tahrif eden bir canavar. Minicik. Ama sen güzelsin... Penceremdeki solan yaseminim, duruluşum, bozuluşumsun.  pazarlık etmem... markette yoksun... reklamın yok! gerçekten... güzelsin...

"kedi sakladım senden, öykü sakladım, belki bunu da saklayacağım... ihanet... ama sen, güzelsin...
ruhumu saran sacayağı, gözümün bağı, son ruhsal kaatil, ölümüm, mahvoluşumsun...

cazgırlık etmem... gönlünde yokum... aşkımız, yok! gerçekten... güzeldin....*"


*:Ulus Baker-Kum Güzeli. 

İşbu yazı komple Ulus hocaya haddim olmayarak ilettiğim naziredir. Çok kıskanıyorum o yazıyı. Özledik hocam!

28 Haziran 2020 Pazar

ŞİMDİ TOPA BASIP OYUNU OKUYORUM

ortağım, onun yazısı ile bileylediğim kalemime kendi cevherini eriterek karşılık vermiş.  buna tıklayarak oku

yan hakemi kesmekten sevinemediğim gollerim de oldu, son nefesimle ağlarıma giden topa koşup santraya dönme hevesiyle yarı yolda yıkıldığım da. her birindeki dürtüm yaşama kendi nefasetimle devam etmekti. ettim de, kararlıysam ederim. ben bayramtepe çocuğuyum olm. sözüm senet. ama şunu da bilin, vay ben yere düşünce etrafımda toplanan akbabaların gagasını sikeyim.

aslında golü getirecek ortaya gelişine ayak dışı ile vurma istencim kök salmış durumdadır  bedenime. fakat öfkeyle kalktığım her sofraya götüme girmiş kazıkla geri döndüğümden mütevellit, topa basıp oyunu okuyorum şimdi de. 

süleyman iş bu blogun "yari yar olanın yar sarar yarasını, yari yar olmayanın felek siker anasını" temalı yazısında ortağına feleğe nazireler düzme isteğini iletecektir. iletsin.

hayatın muhteviyatında bulunan anlık zevklerden beyhude çabamla kaçtığımdan bahsetmiştim. kaçamıyorum artık, uzun süreli ve düzenli olarak kullandığım dopamin kaynağı birkaç sempatik drajeden kaynaklı beynimin serotonin salgılayan kısımlarındaki hasarlarından dolayı bugün gidip 50 türk lirası değerinde haribo marka jelibon aldım mesela. bilen bilir, jelibona hayır diyemem. hayır diyemediğim bir şey daha var ki ağulardan süzdüğüm acılarıma merhemi, ağulardan süzülmemiş acılarımş gibi muamele edip, onları basite indirgemektir. yani kısaca; evveliyatım sikildi, artık önümü dahi göremiyorum fakat, tek sorunum jelibona fazla para harcamam. öyle ki, sığır jelatininden yapılan bu besine gereken değeri vermeyenlerin tat reseptörlerini sikeyim.

ben 24 yaşımda koltukaltımda kitaplarla vardığım her noktadan kulağımın arkasındaki yarrakla uzaklaşmak zorunda kaldım. kierkegaard falan anlatmayacağım sana ortak. anasını sikeyim kierkegaardın da o pos bıyıklı orospu çocuğunun da. şunu anlatayım ama. genç werther dediğiniz alagavat olamayacağız biz. 

hatırladığım kadarıyla bu alagavat varlıklı bir ailenin çocuğu olarak peşinde koşuyordu aşkının ve dahi kendi istençlerinin. ya da goethe abi bu durumda olabilir. zira werther ve goethe'yi karıştırıyorum artık. yazar yazdığı ile müsemma olurmuş derler. şuraya bağlayacağım, üflediğim düğümleri siktiğimin bağında. bana izin vermediler, bırakmadılar ki seveyim. ortağım tam sevmek istediğinde alarmı çaldı, tütüne gitmesi gerekiyordu. ben tam dedim ki hakikatin ucundayım, varlık hakkına ulaşıp cananıma varacağım. ustam seslendi uzaktan, ustama diyemedim. sikmeyeyim şimdi tulumları!

ortağım maslowa sövmüş. benden daha mahirdir kalemi eline alınca. beyni de hasarlıdır, kuruntularımız aynıdır. bu aklı evvel ile tanışıklığımız kerbelada başladı, bir damla su uğruna muaviyeye aman vermedik fakat taktılar boynumuza tasmayı 21. yüzyılın spermle yağlanmış sikimsonik çarklarının ortasında. o werther gibi dolanırdı divane bir yerlerde kırlarda, benim adım paveldi, anamın dizinde ağlardım, rusyanın ortasında bir elimde votka ile. vay ben bizim hayal dünyamızı sikeyim.

diyeceğim odur ki, bizden hariç okuyan şöyle hissetmeye çalışsın. kulağınızın biri sürekli çınlıyor, içinde arı kovaın varmış gibi. göğsünüzde de bir bıçak var zehir zemberek, onun korkusu ile yaşıyorsunuz. hem kulağınız çınlıyor hem göğsünüze bir paslı bıçak saplanmış. nasıl hissederdiniz? biz böyle hissediyoruz.

5 Mayıs 2020 Salı

REALİTE İLE ARAM BOZUK


Çok acayip bir şey oluyor lan 2 gündür. Çok asabiyim fakat sebebini yeni anladım. Ben bazı kusurlarımdan dolayı gerçeklik konusunda bocalarım. Ama ilk defa bu kadar karıştırdım gerçek ile gerçek olmayanı. 2 gündür gündüz gözüyle hayal görüyorum. Dur anlatayım sayın okuyan;

Doğduğum semtten fiilen göçeli 4 sene, zihnen göçeli bir 10 seneden fazla oluyor sanırım. Bu 4 seneden önce de bir 4 sene günümün yarısından fazlasını başka yerlerde geçirdim. Gerek liseyi başka bir yerde okumam sebebiyle, gerek iş sebebiyle. Sözgelimi ben yokken çok fazla değişti burası. Kentsel dönüşüm nanesi falan işte. Kat karşılığı verdik çocukluğumuzu, varoşluğumuzu. Benim 8 senemi geçirdiğim okulun bahçesinde uçurum vardı lan! Keşke fotoğrafı olsa da göstersem. İşte ben okurken bu formattaydı okul, sonra bu bina yıkıldı arkasına ek bina yapıldı, o bina kullanılırken bunun yerine yeni bir bina yapmışlar falan işte. Bu fotoğraf ön cepheden çekilmiş. Arka cephesinde uçurum vardı işte. Allah çarpsın lan, benim sözüm senet ben size şahit de getiririm isterseniz. Neyse ne anlatıyordum?

İşte bu binanın 4 tarafında çok fazla ayakkabı parçaladım, çok fazla koştum, kaçtım sigara içtim. Çok yaramaz bi çocuk değildim fakat, ceza olarak şu en üst katın tüm sınıf kapılarını boyamışlığım var. Bizzat ağabeyim o mavi kapıya 4 parmağını sıkıştırıp kırmıştı mesela. Ablam voleybol oynarken 2 bileğini birden çıkarıp eve gelmişti bir kez. Benim yediğim dayakları sayamıyorum bile. Tüm sülale aynı okulda okuduğumuz için, ve sülalede okumayı becerebilen tek insan olduğum için ben de onlar gibi işe yaramaz sanılıp direkt fişlenirdim. Sonradan tanıdılar tabi, diğer soy adıma sahip bireyler yaramazdı. Ben ise direkt şeytanın kendisiydim. Bu şimdi anlatmayacaklarımız arasında.
Bu okulun etrafında gözüme çarpan yerleri anımsıyorum şu sıralar belli belirsiz. Gözümü açıp kapatırken bi bakıyorum, o uçurumdan okuldan kaçıyorum. Sonra gözümü bi açıyorum, eve doğru yürürken buluyorum kendimi. Sağ tarafta koltuk tamircisi ağabey, güm güm vuruyor çekiçle bir şeylere. O kadar gerçek sanıyorum ki irkiliyorum. Korkudan tir tir titriyorum.

Bu gece sabaha doğru evdeydim, yine aynı şeyi yaşadım. Anasını sikeyim dedim, ben gidip şu okulun etrafını bi gezeyim. Bir şey mi unuttuk acaba, bir travmam mı var bu okulun etrafında. Korka korka da olsa çıktım yürüdüm. Eskiden çok tekinsizdi oralar, öğlenci olduğumuz zaman karanlık çöktüğünde el feneriyle dönerdik hatta eve. Öyle tekinsizdi yani. O yüzden yanıma kesici delici bir alet aldım öyle çıktım, gittim okulun etrafında turlamaya. Hiçbir şey eskisi gibi değildi. O uyanıkken gördüğüm hayallerden hiçbirini de görmedim. Ne koltuk tamircisi abi oradaydı, ne uçurum, ne de sikimsonik bir ton şey satan bakkal. Çok korkuyorum lan. İnsan realiteden bu denli kopabilir mi amına koyim! İnsan gerçekliğini anlık da olsa kaybedebilir mi? Deliriyorsun lan galiba Süleyman diye fısıldarken buldum kendimi. Evimi sokağına girerken.

Bir dakika. Süleyman mı? Benim ismim tevellüt ‘96dan beri Hulusi. Kendime neden Süleyman diyorum lan ben? Bu isim mevzusunu kendimle tartışırken kendimi okulun arka bahçesindeki uçurumda buldum. Üstümde o berbat okul takımı. Kıravatımı yine kötü bağlamışım. Süleyman kimdi, bu okul daha 20 dakika önce modern bir binaya sahipti. Bu uçurumu tıraşlayıp yerine istinat duvarı örmüşlerdi. Park bile vardı lan burda derken kafamın çok acıdığını hissedip irkildim. Burnum da kanıyordu. Gözlerimi açmaya korkarken müthiş bir rüzgar hissettim, uçuşup yüzüme çarpan bir kumaş parçasını duyumsadım. Gözlerimi açtığımda uçurumun kenarındaydım, yüzüme çarpan kumaş parçası da kıravatımmış. Süleymanı uçurumun dibinde tüm kemikleri kırık, paramparça olmuş halde görebildim zar zor.  Başında ilkokul öğretmenim Mustafa. ”Yakalayın, Süleymanı şu tepedeki itoğlu it aşağı yuvarladı.” diye bağırıyordu.

deli cafer, ismail, tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa'daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben vursam kendimi vuracaktım.

DOĞUM GÜNÜ


Şöyle ki cevabı yok bunun, bedava yorma kendini
Devamı biraz daha zor, hayat acıyla demlenir
Hesabı sorulmuycak, cenin pozisyonunda yattığın günlerin
İnsanoğlu kirlenir
Doğum günü bugün. Kimin olduğunu söylememe pek gerek yok. Kendimi ikna edemem bu konuda, zira birkaç aydır her öznem kendisi. Ağlaklık yapmayacağım sayın okuyan, bunu onun okuyacağını da sanmıyorum açıkçası. Okursa lütfen bi sinyal yapsın bana. İhtiyacım var çünkü.
5 Mayıs’ın hayatımdaki önemi nedir diye düşündüm. Çok fazla düşündüm hatta, araştırmalar yaptım. Zihnimi karıştırdım. Beynimin kıvrımlarında bugüne anlam yaratacak veriler aradım. Buldum da aslında. Fakat buraya yazacak kadar cesaret bulamadım kendimde. Bu yüzden tarihteki yaşananlarla kendimi bağdaştıracağım. Bu yazının nereye varacağı konusunda pek fikrim yok. Yazalım, okuyalım görelim o zaman. Al1deburdanYak;

Senden tam 185 yıl önce Kierkegaard isimli bir ağabey doğmuş. Kierkegaard abinin yeri ayrıdır bende. Kendisiyle varoluş felsefesi konusunda araştırma yaparken tanışmıştım. Aptal bir ergendim, ve dahi o günden bugüne kadar sıyrılamadığım doğum lekem konusunda hemfikirdik kendisiyle. Umutsuzluk ikimizin de ortak noktası. Umutsuzluk konusunda yazdığı kitapta şöyle demişti. Oku bak, senle sık sık konuştuk bu konu hakkında. “Zihnin kendinden başka acımasız bir düşmanı yoktur.” Çok tanıdık geldi değil mi? Biliyorum bunları hissettiğini. Fakat söylemek istediğim şu aslında. Sadece senin okuduğun, senin bildiğin bir mektubumda şuna benzer bir şey yazmıştım hatırlarsan. Aynısını Kierkegaard abi de yazmıştı aslında. Mızıkçılık yapmıştım.
“Ben senin şairin olmak istiyorum!
Başkasının şairi olmayacağım.”

Senden 180 yıl önceye gidelim. Sakallının doğumu! Sakallı hakkında da konuştuk senle. Bir acayip adam Marx! Ödevler yaptık hatta senle. Bolca Marx içeren. Marx’ın benim hayatımdaki en önemli insan olduğunu söylemiştim. Sen de bundan sonra benim de hayatımdaki en önemli 2. Adam o zaman demiştin. Birincinin ben olduğumu vurgulayarak. Ne güzel geceymiş.  Sakallıyla aynı gün doğman tesadüf olamaz değil mi ?

Senden tam 39 yıl önce! Cengiz Kurtoğlu’nun doğumu. Cengiz Kurtoğlu hakkında konuşmadık senle. Ama herkes bilir ki Cengiz Kurtoğlu’nun Unutulan isimli albümünü çok severim. O albümdeki en sevdiğim şarkı da Küllenen Aşk isimli şarkı. Şimdi daha da anlam buluyor. Olsun.
“yıllardır küllenmiş aşkın var bende
aşkın mekan kurmuş yanan gönlümde
beni terk edip de gittiğin halde
sana intizara kıyamıyorum
benim kadar sevene rastlamadıysan
dertlere çare bulamadıysan
gittiğin yerlerde garip kaldıysan
geri dön...
o eski yerimizde beklerim seni
üzülme sevgilim affettim seni
bir mecnun yarattın çöldeyim şimdi
eskiden volkandım kül oldum şimdi
en büyük aşkımdın el oldun şimdi
sana intizara kıyamıyorum”
Öhöm! Gözüm doldu lan. Dur toparlanalım. Fırat Tanış’ı tanıyorsun değil mi? Hani sana demiştim ya; ”Çok acayip bi şey çözdüm, sana anlatmam lazım. Şu meseleler bitsin muhakkak konuşmamız lazım” diye. İşte Fırat Abi’nin bir kitapta kendini anlattığı bir meseleyle aydınlanmıştı dünyam. Onu konuşacaktık, konuşamadık. Replacement Child mission meselesini konuşacaktık olmadı. Aynı gün doğmuşsunuz onla da. Olsun, ben yazarım okursun bir ara.

Bir Salı günü doğmuşsun. Binbir türlü hayal vardı kafamda bugüne dair. Fakat ne dünya buna hazır, ne sen. Zaten ben de çok hakim değilim hayaller konusuna. Gerçeklikle sorunlarım var zira. Ne yaşanabilir ne yaşanamaz. Neyin üstünde durmalıyım, altımdan kayıp giden yer küre mi farkında olmuyorum çoğu zaman. Sadece son iki gündür canım biraz fazla yanıyor. Sebebini çözemedim. Çözdüm aslında ama, çözmemiş gibi yapıyorum. Bu benim kendimi savunma mekanizmam. İnsan konfora alıştığı zaman gelişemiyor, kendimi rahatsız ederek geliştirmeye çalışıyorum. Bak rahatsız etmesem yazamayacaktım bunca şeyi. Rahatsız etmesem zihnim çalışmaya devam etmeyecekti. Yokluğun bile iyi geliyor.

Ne anlattım o kadar bilmiyorum, tekrar da okumayacağım. Doğum gününü kutlamam gerekiyordu.  Biyolojik saatimin alarmı sabahtan beri çalıyor çünkü. Onu susturmak için yazıyorum bunları. Okursan bi haber ver dediğim gibi. İyi ki doğmuşsun. Bir patikaydı kesişen yollarımız, tekrar kesişir umarım.

Bol şans, iyi bak kendine. Sen keyfine bak, ben bekleyecek yer elbet bulurum.

9 Nisan 2020 Perşembe

ATEŞ EDİYORUM, KAFANI EĞ


Baştan uyarı: Aşağıda okuyacağınız yazı fazlasıyla küfürle bezenmiştir. Bir anlık hisle sövmeye başlamıştım, niye havaya karışsın yazayım dedim, yazdım. Hiçbir edebi kaygı gütmedim. Hatalarla da dolu olabilir. Tekrar okumak zul geldi. Burası benim değil mi zaten? İstediğimi yazarım amına koyim. Zaten okuyan yok. Bol şans.

“Sürekli olarak bir şeyleri sikmekten bahsetmemin asıl nedeni sanırım sizin sikmeye kıyamayacağım her şeyi tüketmiş olmanız. Sahte kimlikleriniz, maskeleriniz, soytarılıklarınız ve akıl almaz iştah kapatıcı yalanlarınız. Siz bırakın aç kalmanın ne demek olduğunu, sıçmanın değerini bilemeyecek kadar beyni uyuşmuş, terse evrilen yaratıklarsınız. Tanrı'nın bile bağrına basmayacağı o deforme çocuklarsınız. Neslimize ihanet eden, bu da yetmezmiş gibi kendi kişisel küçük travmalarınızdan felaket empatisi devşirecek kadar da aşağılıksınız. Daha söz mü istiyorsunuz? Bana bir iyilik yapın ve aynanın karşısına geçip 'seni seviyorum' deyin, inanın sizin için daha büyük bir küfür üretemiyorum.”

Bir arkadaşım bir yazısını küfür ile bileylemişti. Onu masat eyleyip kalemimi bileyliyorum şimdi;
Gereksiz birkaç kaşıntımla kanattığım yerlerden topladığım irine dayanarak söylüyorum en başta, vay ben senin insaniyetini sikeyim.

Hayatın bir kullanma kılavuzu yok. Keşke olsa. Yaşamın kılavuzu öğütlerdir derler. Ben bana doğru yolu gösterdiğini iddia eden herhangi birini ciddiye alamıyorum. Doğru yolun tam tersini yürüyerek hayatta kalmak daha ilgi çekici. Neymiş, ben giderken o dönüyormuş. Senin yürüdüğün yolu sikeyim, ben burdan gidiyorum. Çok mu Stirner’cı buldun bu bahsettiğimi? Senin ben pilot kalemle çizilmiş silüetini de sikeyim o zaman.

İntihar geride kalana suçlamadır der İsmet Özel. Aynı şeyi ayrılık için de söyleyebiliriz. Bir bireyin diğer bireyde bıraktığı izlere aldırmadan gitmesi de aslında kalana yöneltilmiş suçlamalardır. Ben o bana yönelttiğin ama benim okuyamadığım iddianameyi de, Hammurabiyi de, anlama kabiliyetimi de sikeyim.

Tanrının insana bahşettiği bir hikmet olarak biricikliği irdelemek istiyorum şu an burada. Burası benim değil mi! İrdelerim amına koyim. Max Stirner okumadım mı ben? Okudum! İstediğimi yazarım burada. Biricik ‘’ben’’imdir ve ‘ben’ düşüncesiz bir kelimeden ibarettir. Değil midir? Değilse de amına koyim o zaman. Ne demişti Stirner abi?
“Sen dünyaya nasıl bakıyorsan, dünya da sana öyle bakar.” Ben o beni görmeyen dünyanın da izzet-i ikramını sikeyim.

Panik atağım çoğu zaman mide bulantısı olarak tezahür ediyor bedenimde. Çoğunlukla baş dönmesine eşlik ediyor bu bulantı. Çok mistik şeyler yaşıyorum o anlarda, sanki tüm dünyada yalnız kalmışım gibi. Çoğu hissimin derinliğini oradan kavrıyorum. O amına koyduğumunun şaşısına söyleyin gelsin de görsün Bulantı neymiş.  Bu arada ben o Fransızların aksanını sikeyim. Tükürmeyin orospu çocukları.

İyi kavramının içinde kaybolmuştum bir zamanlar. İnsanın içindeki şeytani varlığı görmemle son buldu bu karmaşam. Aynısını Kader kavramında da yaşamıştım. Basitçe çözümlemelerle çıktım aslında işin içinden. Kader duran insanı sevmez, şans; o şansı hakkedeni ve o şans kapısına geldiğinde hazır durumda olanı seçer. E Kant? Yaşamı boyunca durdu yerinde. Vay ben o Königsberg’in kulelerini sikeyim.

Bir şeyin sebepsiz olması onun gizemini arttırır. Bir cinayetin çözülemezliği sebepsizliği ile doğru orantılıdır. Rastgele bir eve girip, rastgele birini öldüren sıradan bir insanı çok zor yakalayabilirsiniz. Çünkü sebepsizdir. Sebepsizin anlamı yoktur. Anlaşılabilir değildir o. Aynı şeyleri yaşıyorum şimdi. Sanki Baker Street 22b’de yaşıyorum da, bu cinayeti çözmeye çalışıyorum. Bu arada ben o Scotland Yard’ın ceset torbalarını sikeyim.

Zeka dediğimiz şey yeterince beslenmediği durumlarda kendine sarar, paranoya yaratır. Ki zekadan müferreh olan bir varlığın üzerimde kurduğu hakimiyetin de kaynağı budur zannımca. Tekstilde kullandığımız bazı makineler böyledir, boş çalıştığı zaman kendine zarar verir. Zekayı da buna benzetiyorum. Vay ben böyle makinanın enginarını sikeyim!

Deus Ex Machina kavramını öğrendiğim andan beri hayatımda böyle bir gücün eksikliğini yaşıyorum. Öyle akıl almaz paradokslara sokuyorum ki bazen kendimi, yukardan bi el bi şey yapsa da işler rayına girse diye çok sızlanıyorum. Dua dediğimiz şey de bundan ibarettir aslında, çoğu zaman işleri bombok ettiğinizde ihtiyaç duyarsınız. Bu da utanç yaratır bende çoğu zaman. “Ya ben her şeyi berbat ettim ama Allahım, bi yardım etsen.” Dermiş gibi hissediyorum. Dua etmememin sebebi de budur, vay ben semaya kalkmayan ellerimin ayasını sikeyim.

Bukalemunlara ithafen; kişi varlığıyla var olur bu hayatta. Herkesin bir rengi vardır var olabilmek için. Gözlerini kapat bi düşünsene? Herkesin bir rengi yok mu? Ama bu bukalemun denen yaratığın rengi yoktur, benzetsem benzetsem griye benzetirim.  Başkaldırana kızıl demişiz, huzurluya turkuaz, bunalımda debelenene siyah. Ama gri hep haysiyetsizdir, kafa karıştırır o. Temiz midir kirli mi anlamazsın. Hayatımda da var onlardan, sadece kafa karıştırırlar. Sanki beynimin içindeki kıvrımlar çok aktifmiş gibi, olmayan aklımın içinde oyun oynarlar. Hani Moriarty muhteşem gay taklidi yapıyordu ya, işte öyle. Bu arada ben transeksüellere laf atanların da, kadın ve çocukların önünde tükürenlerin de, karısını döven balıkların da renk paletlerini sikeyim!

İbrahim Tatlıses’in doğduğu mağara ile, Alegorisi olan mağara aynı değildir umarım. Bu mağara alegorisi dediğimiz şeye çok fazla takıldığımızı düşünüyorum. Yaptığımız hiçbir şeyde irade sahibi olmadığımızı anladığım an çok üzülmüştüm, çişim gelmişti. Sonra Matrix izledim, daha çok çişim geldi. Bir simülasyon içinde olduğumuzu sanmıyorum, benim kollarımdaki ipler çok kısa zira. 
Fazlaca kukla olarak kullanılıyorum o üst güç tarafından. Ayrıca beyhude buluyorum bu uğraşları, istediği şeye istediği anlamı verebilen yaratıklar olarak neden zoru seçiyoruz ki? Adam çiğ köfte yapıyor amına koyim mağarada, sen siktir etsene alegoriyi. Ayrıca ben Yarımburgaz Mağaralarına isimlerini sprey boyayla yazanların ta amına koyayım. Yapmayın lan!

Ateş ediyorum dedim, kafanı eğmişsindir umarım. Sıradaki sövgüm sana geliyor çünkü. Gereksiz samimiyet ve sorulardan nefret ediyorum. Semtimde bir börekçi var, uzun aralıklarla uğrayabiliyorum farklı şehirlerde yaşadığım için. Yaklaşık 10 senedir belli aralıklarla börek alıyorum buradan.  Sıradan bir tekstilci olarak böreğimi yarım kilo kıymalı, peynirli karışık yerim. Raconu budur bu işin. Kıymalı, peynirli böreği 2 bardak çayla gömer, tüm gün mide ağrısı çekersin. Ama ben bu börekçi abiden bi türlü alamıyorum istediğim böreği. Lafa tutup sürekli ya sadece kıymalı, ya sadece patatesli börekle uğurluyor beni. Eve dönünce fark ediyorum yanlış verdiğini. Ulan pezevenk, börekçi değil misin sen! İşin ne lan senin! Ver böreğimi al 20 liranı siktir git, doğru dürüst bir börek veremedin lan yıllardır. Patatesli veriyor bir de, peynirli börek görmüşlüğüm yok adamın elinden. İnadına yapıyor, inanıyorum. Yarın sabah kapısına dayanmayan Hulusiyi de siksinler!

Yazının sonlarına geliyorum, tutamıyorum çünkü kendimi sayın okuyan. Fazlasıyla dolmuş durumdayım. Kimseye iletemiyorum nefretimi. Bu yazıyı ona sövgüler olarak yazma niyetindeydim fakat insan acısını kusamıyor öyle rahatça. Ben nefretimi ise hiç kusamıyorum. Babam öğretmişti; “Ağzın kan dolu olsa bile başkasının yanında tükürme.” Diye. Alışkanlık işte, yaraysa yaradır. Bak yine kabuk bağlayamadı. Olsun. Bunlar da sıkıyor canımı. Ama dur son bir diyeceğim var!

Fazlasıyla değişik sosyal gruplar içerisinde bulunmamdan dolayı üslubum yersiz olabiliyor bazen. Bunlardan en sık karşılaştığım ise  küfüre müsait olmayan ortamlarda çok küfür ettiğim haller. Buna diyecek bir şeyim yok, insanların müstehcen kavramları değişebilir elbet. Ama inanın ben o küfürü bilerek ve isteyerek ediyorum çoğu zaman, yersizlikten değil. Çünkü bazen sadece küfür ederek anlatabiliyorum derdimi. Bu benim Türkçede yetkin olamayaşımdan süregelmiyor. Beyin dediğimiz şey aynı ritimle devam eden şeylere odaklanmışken bazen dalıveriyor. Bu odağı toparlayabilmek içinse aykırı bir şey yapmanız gerekli. Bunun da en kolay yolu küfür. Ayrıca önyargıyı da alaşağı ediyor. Biçime değil de öze değer veren mesajını alıyor. Diğerleri siktir olup gidiyor zaten.  Yoksa ben de biliyorum küfür etmeden derdimi anlatmayı. Valla bak. İnanmıyosan aha dayıya sor! Ama olsun, ben yine de yerli yersiz her yerde küfür eden çenemin yayını da sikeyim!


Bu yazı zamanla kendini yaratacaktır. İnsanlık buna değer.

2 Nisan 2020 Perşembe

BURADA HERKES AKRABADIR, KİMSE KİMSEYİ TANIMAZ



İşbu paramparça yazılar fi tarihinde bir platformda sevdiğim birkaç arkadaşımla paslaşmalar sonucu ortaya çıkmış. Bazı kısımlar bana, bazı kısımlar onlara ait. Karmakarışık. Ama hepsi aynı elden çıkmış gibi. Bu yüzden "biz" kavramı çok önemli. İnsan acısını da kolektif yaşıyormuş. Fazlasıyla depresif şeyler, okumanın kimseye bir fayda getireceğini sanmıyorum. Fakat bunları yok saymanın da zamana hakaret olduğunu düşünüyorum, kalsın burda.
"dostumuzla beraber yaralanır kanarız
her nefeste aşk ile yaradanı anarız
erenler meydanına vahdet ile gir de gör

kırk budaklı şamdanda kırkımız bir yanarız."




SARHOŞLUĞA DAİR
-Stratosferde oturmuş dünyayı izliyor gibiyim, sanki zaman benim için durmuş, insanlık için akıyor. İlginç. Yıllardır kimsenin geçmediği bir caddede kaldırıma oturmuş ve ne yapacağımı şaşırmış gibiyim. Adım atacak mecalim yok. 
(Bu noktada Dert Yüceltme devreye girer.)
-Bir dilek şansım olsa yürüyerek gitmesini dilerdim. Yürüsün, benden, bizden ve onlardan öyle bir yürüsün ki, gitmenin ne kadar acı ve cevr verdiğini iliklerine kadar hissetsin. Size gitmenin ne olduğunu elbet bir gün anlatacağım.
-Gittim, dua ettiğimi hatırlıyorum. Ali gibi.
"Allahım hiçbir şey ve hiç kimse kalmasın eskilerden."

DİYALOG
+Sureti sikilmiş bir varoluşun kemikleri. Yangın çıkan mahalledeki taranmamış saçlı orospu. Sürekli geçmişiyle hayıflanan/zayıflanan insan... Bunların hepsi aynı umursamazlıkla yaşarlar anlamsız kaşıntılarını. Umursamazlıkla ve duyumsamazlıkla. Zamanında fark edilmiş, fark edilmişliğiyle  varolmuş ve varolan ruhlar. Hala aynı sorunla-rla boğuşan bir tane sıradan insan. Sıradan olduğunun farkında olduğu için kendini farklı sanan bir aptal. 
-Bu ben olabilirim.-
İki atak arasında sıçılmış birkaç aforizma, iki istifra arasındaki mide kasıntısı.
Biraz da Kıvırcık Ali
-İki istifra arasındaki mide kasıntısı, bu aradaki süreçte hayatın sorgulanabilecek kadar değersiz ve basit oluşu. Ruhlarının varoluşundan bu yana saçlarını yolmaktan bıkmayan bilgeler, insanlara teklif getirmekten yorulmayan melekler ve onları izlemekten sıkılmayan tanrı, bu uğraşların sebeplerini aramaktan yorulmadın mı?
                                                   ***
+kendimi keyiflendirmeyi bir kenara bıraktığım andan itibaren keyifsizliğimi nötr'lemenin bana yeteceği düşüncesindeyim. sonuçta iki ileriye gidebilen kimse bir geriye ses çıkarmaz, hatta mutlu olur. ama nedense herkes hayata farklı pencerelerden bakarken, farklı pencerelerden izlerken ben merdiven boşluğunu seyretmekteyim.

hayatımı sürdürmekte sorun yaşıyorum ben. oturup sokak lambasını suratıma vurmasını istiyorum. hayatımı sürdürmeye çalışırken bulduğum çıkış yolları, ara sokaklar hiç var olmamışçasına görünüp gidiyorlar.
şimdi bana iyi manzaralı bir rota söyleyin, gitmem gerekiyor.


-bundan yaklaşık 5 yıl öncesinde kendime hedef belirlediğim noktanın başlangıç noktasına uzaklığı istediğim kadar. ancak eksi yönde. kendime bir yol haritası çizmiştim bu zamanlarda, yola başlayabilmem için haritada kendimi bulma evresini tamamlayabilmiş değilim hala. bazı zamanlarda bu haritanın beni nereye götüreceğini tam olarak bilmediğimi fark ediyorum. demiştim, iki ileriye gidebilen kimse bir geriye ses çıkarmaz, sevinir. sanırım hareket etmeyeli uzun zaman oldu.

şu saatlerde ise güneş doğmasına rağmen yanmaya devam eden sokak lambaları gibi hissediyor, onların yerinde olmayı istiyorum. bir keresinde tüm gece bir sokak lambasını izlemiştim, her şeyin düzelmesini istiyordum o aralar.
yorgunluğumu, keyifsizliğimi nötrleme isteği hayatımda önemli yer kaplıyor, bunu gerçekleştirmek için ideallerimi törpülemeyi denedim, bunu gerçekten yaptım. sonucunda ideallerim en aza indirgenmiş, keyifsizliğim ve yorgunluğum bir hayli artmıştı.

zencefilli kurabiye yiyor güvercinler kanatlarından, bir balık sesleniyor; güneş, diye.
ne zaman kaybedeceksin zihnini, ne zaman yok olacak benliğin?
attığın her adımın geriye olduğunu fark ettiğinde, ne yapacaksın;
yamaçlar ağaçlandırılırken dağın kaydığını hissedince?


29 Mart 2020 Pazar

JİLETLER HAZIR BİLEKLER TERTEMİZ

 Metnin bazı kısımlarındaki küçük ipuçları konu başlıklarıdır, okuyunca keyifli geldi. Burada dursun.  Şu playlist ile dinleyerek okursanız daha da anlam kazanır. Herhangi bir imla ve yazım kuralına uyulmamıştır.

Not: İsimler semboliktir.





  tr.arabesk
Fransızca: arabesque
1.       isim Arap müziğini andıran, genellikle karamsarlığı konu edinen bir müzik türü.


 Konfeksiyon atölyesinde; boynunda mezurasıyla gezen bir ustabaşı, yaşıtım birçok çırak ve onlarca usta makineci abi ve ekseriyetle overlok makinesinde çalışan ablaların yanında büyüdüm. Sabahları ikişer tane leş mayalı poğaçayı ağzımıza çayla tıkıştırıp 2 dakika nefes almak için zaman yaratmaya çalıştık 15 dakikalık sabah paydoslarında. Benim için hava hoş, her ne kadar mülteci götüne dönsem de her akşam atölyeyi temizlerken, sonuçta patron çocuğuydum ve sadece yaz aylarında ve ara sıra okul zamanları öğleden sonra oradaydım. Çoğunlukla da arazi olurdum.  Ama o abiler, ablalar orada büyüyüp orada kalanlar.

"bir dünya kurmuşlar kendilerine
ruhunu kaybetmiş bedenlerine
kahredip durmuşlar kaderlerine
feryadım yaşarken ölenler için "

https://www.youtube.com/watch?v=Xck41p3-Rfk





Arabesk denen müzik türü ile ilk tanışmam o yıllara denk gelir sanırım ilk defa ilkokul 5. sınıfta. Patron çocuğuyduk sonuçta, hamal sırtına dönsem de o atölyede, bizim hayat şartlarımız iyiydi her zaman. Anlam veremezdim çok fazla enstrümandan çıkan inanılmaz boğuk o müziklere. Ne dediklerini, neden bahsettiklerini, neyi kast ettiklerini de anlamıyordum açıkçası. Sadece o abiler, ablalar ve ustabaşı seviyordu bu şarkıları. Sadece bunlar çalıyordu.
 Inanılmaz kesif bir sigara dumanına karışan kot kumaşı tozu, bembeyaz floresanla aydınlatılan ve çok çok fazla rahatsız edici seslerin birbirine karıştığı bir yer olarak tasvir edebiliyorum o atölyeleri sadece. Sese çok fazla duyarlı olmamın, yüksek sese çok fazla tahammül edemeyip öfke krizlerine girmelerimin sebebi de o günlere dayanıyor sanırım. Pavlov’un Köpeği gibi bir şey oldum emreden/isteyen tonda yüksek ses duyduğum anda kafamı çevirip bakıyorum hala. Çıraktım ben sonuçta, istenilen şey anında götürülmeliydi. Belki makas, belki de 50 numara oltalı marka sarıya çalan renkteki iplik bobini kafana doğru uçabilirdi.

"eskiden zevk alıyordum
yaşadığım alemlerde
şimdi neden sevilmem
kaçıyorum herkesten"

https://www.youtube.com/watch?v=5r5vj8uebis

Bülent abi Tatvandan göçmüş. Arka ceplerini takardı kot pantolonların. Selma o ceplerin yerlerini çizerdi, Ahmet o ceplerin kenarlarını ütüler takılmaya hazır hale getirirdi. Kafamda onları cep çetesi olarak tanımlardım. Üç kişilerdi, birbirinden sikik hayatları vardı. Bülent abi ekmeksizlikten göçmüş bizim sikik semte. 80lerde han köşelerindeki atölyelerde çırak olarak başlamış üç otuz paraya. Bekar odalarında kalmış 8 kişi bir odada, Küçükpazarda. Öğrenmiş bu işi. Statüsü yüksektir ha atölyedeki. Cepçiler yetenekli adamlardır. Ucu sivri kundura ve büyük yakalı gömlekler giyer. Kumaş pantolonu eksik olmaz. Paçalarını da yine bizim atölyede yapar. Askerden gelince evlenmiş, geçinmeye çalışıyor. En çok Müslüm Gürses dinler. Şu dağlarda kar olsaydım çalınca es verir, sigara yakar, brother marka çift iğne makinesinin tablasına inceden bir vurur of amına koyayım diyerek. Triptir bunlar, kimse o kadar içli değildir o atölyede. Ama işin raconu mu derler, budur. Selma, çizimci, kıdemli çırak. Kimse onun gibi cep çizemez. Kalıplarını özenle tutar. Ölçü bilir. Eli hızlıdır. Köyden kente göçmüş bir ailenin iki kızından biri. 17 yaşlarında. Sanıyorum ben 12 yaşlarındayım o sıralar. Okul mokul hak getire. Alfabeyi öğrenmiş sonra ablasıyla birlikte atölyede bulmuş kendisini. Para lazım eve. Baba sadece çobanlık bilir, şehirde kazandığı para 4 çocuğu büyütmeye yetmez. Selma da evlenir zaten 2 sene sonra. Genç kızdır işte, sevmez arabeski, sürekli pop dinlemek ister. Ama hak getire pop. Atölyenin geri kalanı Mustafa sandala ibne gözüyle bakar. Arka sokaktaki atölyeden son ütücü bir gençle flörtleşir. Kaçtılar sonra beraber zaten. Sebebini ne siz sorun ne ben söyleyeyim. Ahmet ütücü. Parmakları hissizdir 2 bar basınçla buhar verebilen büyük kazanlı ütüyle parmaklarına yarım santim yakın çalışmaktan. Sık sık su toplayıp patlar parmak uçları. Askere gidecek. Adıyamanlı kendisi, lise 2 terk. Işsizlikten göçtü 2 sene önce şehre. Burada yaşayan amcasının yanında yaşıyor. Kürtçe şarkılar dinlemeyi sever. Arada sırada çalan Kürtçe şarkılarda heyecanlanır kafasını öne eğer, ütüye ve ceplere daha bir şevkle bakar. Menzile inanılmaz saygı duyar, korkar.

"ah nasıl inandım
masum çocuk gibi
her şeyimle senindim
neden hep ben ağladım"

https://www.youtube.com/watch?v=rg7pagrwbmw

Erkan abi Dersimden göçmüş. Beyanı bu. Dersim der, topsakal bırakır, Marx bilir, Che hayranıdır. Her öğlen 1 saatlik paydostan sonra kapının önünde sigara içerken çırakları örgütlemeye çalışır. Örgütlenme dediğimiz sandığınız örgütlenme değil güzel beyler hanımlar. Ayak üstü "olm ezdirmeyin kendinizi ha o piç suyunu kendi alsın" minvalinde abi öğütleri işte. Siyaset konuşurlar diğer usta makinecilerle, patronun her sabah alıp okuduktan sonra kapıya bıraktığı posta gazetesi haberlerine bakarken. erkan abinin muhalifliğini kimse siklemez. Erkan abinin sandığı proleter değildir konfeksiyon işçileri. Ne düşünmeye vakti vardır ne de mesai sonra sol yumruğunu havaya kaldıracak mecali vardır diğer işçilerin. Nesillerinden dolayı da gayet apolitiklerdir. Sonradan çok iyi anladım Erkan abiyi. Ben lisede solculuk oynayıp yaz tatillerinde atölyede insanlarla siyaset konuşup siklenmeyince çok sıktım dişlerimi. erkan abi neden yersiz fevri iken çoğu zaman mütebessim o zaman anladım. İnönüde karşılaşmıştık, grup yorumun 25. yıl konserinde. Halaya da durduk beraber. Sigara içtiğimi de ilk o zaman öğrendi. Patron çocuğuyum ben, ama orada sadece sigara içmeme şaşırmıştı. nerede bilmem erkan abi. top sakalı beyazlamıştır, kaçak tütün içiyodur şimdi. ama kesin posta okumuyodur artık. arabeski dejenere bulur, ama yakarsa dünyayı garipler yakar, mırıldanırdı bunu. Bilirdim.

Bilmezdim aslında, sonradan idrak ettim.

"ıssız bir köşeye serdim postumu
yağmurlar rüzgarlar örttüm üstümü
unuttum düşmanımı, hem de dostumu
alıp vereceğim kimse kalmadı
dostum diyeceğim kimse kalmadı"

https://www.youtube.com/watch?v=ldko0eszlni

Ben konfeksiyon atölyesinde büyüdüm. Babam patron. Kardeşlerim de aynı yolun yolcusu. Bilirler bu işin ibneliğini de insanlığını da. Okuduk biz. Ama hala her yaz, her boş anımızda atölyeye damlarız. Nefret ederiz bu işten. İşbu ya her konfeksiyoncunun ağzından çıkanı söyleriz biz de.

"Tadı tuzu kalmadı bu işin de amına koyim ya."
"Yapılacak iş değil bu.”
"Fasonlar kurtarmıyor artık."

Bu ortalama 40 kişilik atölyenin içinde büyüdük, abiler gitti, ablalar gitti, yerine yenileri geldi. Her biri yeni hayat. Anlatamayacağım kadar çok hikâye, çok kırgınlık. Köyden kente göçmüş abiler, ablalar, kardeşler. Parasızlar, gömleksizler, yalınayaklar. Yerlerini Suriyeliler aldı. Aynı hikâyeyi Suriye’de yaşarmış onlar da. Kürtçe biliriz, Arapça da öğrendik neredeyse. Dinledik öğrendik. Suriye’deki konfeksiyoncular da farklı değilmiş bizden. Sonra okulda öğrendim ben. Dünyadaki tüm işçiler aynı şeyleri yaşarlarmış. İngiltere’de çocuklar toz toprağın içinde fabrikalarda yatarmış koğuşlarda. Hoca söyledi bizim, sanayi devriminden sonra böyle olmuş. Biz çıraklar daha iyiydik. Kesimhaneye arazi olup kumaşların üstünde kestirirdik 10 dakika. Markete sigara almaya gönderirlerdi, 5 dakika bakkalın önünde meybuz yer öyle gelirdik. Fırçamızı yerdik, belki ucundan şiddette vardı ama koğuşlarda uyumazdık. Erkan abiler daha ateşliymiş o zaman, kimdi o Peterloo katliamında konuşma yapan abi? erkan abi onun torunu işte. Dersim falan siktir et. Bizzat o işte erkan abi.

Bu kadar anlattın ama arabeskle ne alakası var bu işin be amına kodumun dersen haklısın. Bilmem işte, vardır elbette bir bağlantı bu anlattıklarımla arabesk arasında. Dert yüceltmedim. nefret ediyorum bu işten, gördüğüm onlarca kırık kalpten, yarım kalmış aşktan, geçim sıkıntısından, abimle birlikte askere giden ama geri dönemeyen Mehmet’ten, Müslüm Gürses’ten, Azer Bülbülden, Devran Çağlardan, Hakan Taşıyandan, Bergenden. Maaşını aldıktan 10 dakika sonra yolda düşüren Songül ablanın eve dönüp babasına veremeyeceği cevaptan.

Arabesk bu insanların müziği. Köyden şehre göçmüş, ekmek parası kazanmak için köpek bağlasan durulmayacak yerde çalışanların müziği. Zaman zaman benim de müziğim. Bir arkadaşımın playlistinde gördüğümde gözümün parladığı müzik. Leş mayalı bir poğaça yedikten sonra midem yandığı an midemin haykırdığı müzik. Beni reflü eden müzik.

ben bunları neden anlattım? ne bileyim amına koyim. Yaşamak ölmekten hazin geliyor bazen sadece.

kadehler açıyor dostla aramı
kimse dinlemiyor sarhoş dramı
şarkılar deşiyor gönül yaramı
her telden bir başka hüzün geliyor

https://www.youtube.com/watch?v=IShbePzxIsA


28 Mart 2020 Cumartesi

BU ODAYA 1 ADAM YETER


Hep böyleydi ki. Melis, Abdullah, Hasan, Alp, Selma, Hüseyin. Bunlar benim en iyi arkadaşlarımdı. Melisle 15 günlük yalnızlığımda tanıştık, mükemmel bir sesi var. Elimde dededen kalma bir çakaralmaz vardı, kötü bir kahve, bol sigara dumanı ve bir iki kutu antibiyotik eşlik  ediyordu masama. Eğlendik Melisle, ben ona şarkılar söyledim. Kötü pop şarkılar, o bana ateş etti. Ben 2 tane antibiyotik içtim, o bana şarap uzattı boğazımdan rahat geçsin diye haplar. Ben ona kahve verdim, o bana sigara uzattı. Abdullahı görmüyordu Melis, arkamda bize bakıp ağlıyordu Abdullah. Alp’in ise sesi yankılanıyordu kulağımda; “Bu sen değilsin, ama çok mutlusun” diyordu. Selmayı ise ne siz sorun ne ben söyleyeyim, çantasının ağırlığında ezilmişti omurgam, hala kullanamıyorum sağ kolumu. Selma hala aynı çantayı taşıyormuş. Duyumsuyorum acılarını. Hüseyin ise bol bol küfür etmiş Alp bu yaşananları anlatınca ona. Kafasını sikeyim onun demiş, kafasını. Ben ona böyle mi anlattım demiş. Küçük dilimize namluları doğrultmuşken konuşmuştuk Hüseyinle. Kafamı kaldırdım Hasan’ı duydum. Kalk amcoğlu diyor, beynin çok kanıyor.


Dinle bunu.



27 Mart 2020 Cuma

LAKİN BİR TARAFIMIZ HÜZNE DAHA BİR MEYİLLİ

GİRİZGAH-IMSI


Üstünden bir miktar zaman geçtikten sonra yazıyorum bu yazıyı. Nazım’ın bahsettiği sol mememin altındaki cevahirde bir sancı var ama çözemedim. Kalbim fazlasıyla çarpıyor. “Bir şey olacak ulan!” hissi tekrar hasıl oldu canıma. Yine bir gitmek kaygısı, ağulardan süzülmüş. Bunları yazmışım ardından. Z raporu alır gibi toparlamaya kalktım tam olarak gittiğinden emin olduğum için. Onlarca şarkı, bir o kadar yazı kalmış ardından. Var olsunlar! Bunlar da birer çentiktir, tecrübeler duvarımda. Hala ellerim titriyor ve hala çişim varken yazamıyorum. Olsun bunlar da yaradır nihayetinde, benden öncekilerden kalan. Benden önce de vardı bu yaralar, söylemiştim. Bedenimde taşımaya devam edeceğim. Bu yolun bir kısmına eşlik ettiğin için sana da teşekkürler. Bol şans.


MİDEMDEKİ TIRTILA DAİR

İlginç becerilerim vardır, insanın yüzüne iyi şeyler söyleyememek gibi. Ama anlaşılabilir bir durum bu sevgili okuyan. Hepsini anlatacağım ben, lütfen dinle beni. Hulusi ben, özgüven problemleri yaşarım. Ama her hasarlı kuruntuları olan insan gibi kağıtla kalemle iyi anlaşırım. Kimsenin okumayacağı şeyler yazarsan, yüzün kızarmaz. Korkmazsın, kimse seni utandırmaz. Ellerin titremez, inatla uzanmaz cigaraya. Kağıtla ilişkim okuma yazma öğrendiğim günlerden beri iyidir. Ama Tanrı şahidim olsun, hiçbir zaman bir kâğıdı elime böyle heyecanla, korkuyla, mutlulukla ve hüzünle almamıştım. 
Boktan bir Şubat’ın 8. Gününde güzel şeyler oldu. Yorgundum, mutsuzdum; param, arkadaşım, yemeğim yoktu. Evdeydim, hastaydım. Kahvem ve sigaram vardı sadece.  Yıllardır beynimi gıdıklayan o düşünceyle meşguldüm yine. Açık konuşmak gerekirse, sarhoş değildim, Kasımpaşa’da da değildim. Fakat ben de vursam kendimi vuracaktım. Sonra bir ses duydum, cennetin en derinliklerinden geldiğine yemin edebilirim.
Ve bingo! Ben dünyanın en mutlu adamıyım! Hulusi denen varlık, hayatının düzene girebilmesi için bir mucize beklemeye meyillidir, (Bunu bir arkadaşımdan çaldım, mehdi ismiyle müsemma!)  Şu an kendimin kurtarıcısıyım. Yıllarca beklediğim mucizeyi kendim yaratmaya başlıyorum şimdi de. (Gelecekten not: YARATAMADIM)
Bu sözlerimin sözler içindeki anlamı çok farklı sevgili okuyan. Bahsettiğim basit salt bir sevgi yahut aşk değil. Bahsetmiştim ilginç özelliklerim vardır, arada bir kendimi düşünebilmek gibi. Ben bir varlık tanıdım ki evim artık gül kokar. Fakat gül kokusu ben ile müsemma değildir. Bu henüz    anlatmadıklarımız arasında. Ben Hulusi, satırlardır cesaret edemediğim şeyi yazacağım bir sonraki satırda. Hazır mısın?
Varoluşunun üzerimde anlamı büyüktür. Varoluşun; benim gibi angut adamları hayata tekrar bakmaya değecek şeyler bulmaya itebilir. Varlığının varlıklar arasındaki anlamı çok daha büyük. Anlattığımız, dinlediğimiz şeylerden münezzeh bu bahsettiklerim. İnan tahmininden çok daha fazla şey ifade ediyor ağır aksak çalışan kulaklarımda sesin.
Hislerim anın sıcaklığıyla mı bu kadar yoğun, yoksa Hulusi yine Hulusiliğini mi yapıyor bilmem. An’ın anlamı da büyüktür bende. Sesin eksilmesin kulaklarımdan, ama bu kadarına da minnettarım. Nefes alabildiğimi görmek müthişti.



KOLTUĞA OTURMUŞ, KENDİMLE SOHBET EDİYORUM. LAF LAFI AÇIYOR

Karlı bir şubat günü rastladım sesine, kendimi ararken. Kapkara ciğerlerimden çıkan iltihaplı nefesimle dokundum gülüşlerine. Öyle gülüşlerdir ki; merhametten ağlamayı istedim defalarca. Görüyorum gözümü kapattığımda yürüdüğünü kıyılarımda. Yalınayaksın.

''kadınların sahiden doğurduğuna
Toprağın da sürüldüğüne inanmıyorum.
nicedir kavrayamam haller içinde halim
demiri bir hecenin sıcağında eriyor iken gördüm
bir somunu bölünce silkinen gökyüzünü
su içtiğim tas bana merhaba dedi, duydum
duydum yağmurların gövdemden ağdığını*''

Söylemiştim, kendimle sohbet ediyorum. Laf lafı açıyor. Bir monologdur ki sürüp gidiyor beynimde.

GELECEKTEN NOT: Bu yazının bir kısmını atmak zorunda kaldım, anın etkisiyle müthiş fakat inanılmaz acı veren şeyler yazmışım. Hiçbiri gerçekleşmedi. Gerçekleşmemiş şeylerin varlığı sinir bozuyor. Bunun yerine bir şarkı bırakıyorum aynı hisleri taşıyan;

"Benim sürgün görmüş gönlüm uslanmış yine
Takılmazmış artık öyle kimse senin pesine
Herkes yasarken kalbiyle benimkinin bana yok bi’ yararı
Söyle yerine neyi koyayım?
Herkes yasarken kalbiyle benimkinin bana yok bi yararı
Söyle yerine kimi koyayım?

Arıyordum onu yıllardır bulut oldum gezdim
Avareyim severim şarap bos durmasın testim
Her gün sokakta yana yakına bi soğuk ki yatak hani çivi gibi
Söyle nasıl ısıtayım?
Her gün sokakta yana yakına, bi soğuk ki yatak hani çivi gibi
Söyle nasıl ısıtayım?

Uçacak bir halim yok ki, gezemem dünyanı
Cahilim arkamda kalacak üç şarkim beş kitabim
Bi lokmam bi hırkam var benim
O da dindirmez sizim
Söyle yarama neyi basayım?
Bi lokmam bi hırkam var benim
O da dindirmez sizim
Söyle yarama neyi basayım?**"

GÜNLERDEN BİR GÜN YOKSUN

“Geceleri ben sahilden adaya bakardım(!)”
Terse evrilen bir yaratık olarak Akdeniz’de var olan bir adayı görmek için Karadeniz’e, ufukta görünmeyen Ukrayna’ya bakardım. Ellerimi siper etsem gözüme görebileceğim sanki kıvır saçlarını ufukta. Nihayetinde güneyi görebilmek için de kuzeye bakmalı insan.
Ben 24 yaşımda sırt çantamda kitaplar, iç cebimde yarısı içilmiş ılık votka, sağ cebimde yorgun aşkın hatırası bir çakmak, göt cebimde bol hayal kırıklarıyla koşuyorum. Korkuyorum geç kalacağım sürem bitecek diye. Korkuyorum biri gelip bu top benim, sen oyundan çık diyecek diye. -Ki ben okullarından kaçan her çocuğun sigara içtiği o izbe sıvasız, yarım kalmış binadaydım. Korkuyorum vefam karşılıksız kalacak, değeri bilinmeyecek diye.

HEZEYAN

''Acele iştir, şeytan karışır. Boynu tutulan genç aynı yöne bakar, durur. Aşkın aceleye gelen yanı aşık olmadır, ötesi uzun sürer. Âdemoğlu dostunu birlikte yaşadıklarından ötürü seçip kararlaştırır. Aşkta ise tersi söz konusu. İmkansızın, mümkün oluşu. İmgeler oyunudur aşk.***''

CİĞERİNE PASLI TORNAVİDA GİRİNCE NASIL HİSSEDERSİN?

Kandırıldığımı hissettim çok defa. Hayatın muhteviyatında bulunan çoğu anlık zevklerden beyhude çabalarımla kaçtım. Nefsime hâkim olabilmek adına fazlasıyla gem vurdum benliğime ama çıkamıyorum şimdi işin içinden. Dünyanın tek kuralına karşı çıkamıyorum. Değişemiyorum, inanamıyorum. Marx söylemiş bunu, sonra Hegel söylemiş Tanrı söylemiş. Tarih tekerrürden ibarettir. Ben bir Aziz ya da peygamber değilim. Ellerime bakarak anlayabilirsiniz. Sanmıyorum Muhammed’in yahut Süleyman’ın ellerinin titrediğini. Görseniz beni uzaktan dersiniz ki, ne yitik bir adam! Sırtım kambura çalıyor, kalbim çokça kırık, dişlerim çürük, saçım dökük, kulağım sağır, gözlerim kör. Tanrı’nın bana bahşettiği tek bir yetenek var. Ben karşımdakini hissedebiliyorum. Anlıyorum kırıldığını darıldığını, küçükken koltuğu çizdiği için suratına tokat yediğini. Bu beni dayanılmaz acılara sürüklüyor çoğu zaman. 24 yaşıma kadar yatamadığım çoğu uykumun sebebi de budur aslında. Uykumun çoğunu tanrıya verdim!
Senle konuştuğum çoğu şey zihnimi çok yaraladı. İnsanın içinden atabileceği en kolay şey bir çocuktur. Fizyolojiniz buna izin verebilir. 100 kişiye sorsam dünyanın en büyük acılarından birinin doğmamış çocuk kaybetmek olduğunu söyler. Peki ya benim içimden kolayca atamadığım doğmamış kaygılarım ne olacak? Ömrünü aşağılık kompleksine adamış bir insan yıkıntısı olarak ben nasıl yarışabilirim bir gölgeyle. Gölge -ki yumruk işlemez.
Çocuktum, babamın silahı vardı. Bizim silahlarımız hep vardı. Ailecek kaygılarımız bizi hep insan öldürme aygıtlarına sahip olmaya itti. Annem ve babam kavga ediyordu. Çok çocuktum. Sadece bu iki kocaman insanı durdurabilecek şeyin bir mermi olduğunu algıladım o an. Bilinçsizdim, dolabın üstünden o tabancayı aldım ve ateş ettim. Kimseye isabet etmedi ve ben bayıldım o ruh yaran ses yüzünden. Uyandığımda her şey değişmişti. Bir şeyi yok edebilmenin bu kadar kolay bir eylem olduğunu anlamam hayattan ve dahi günlük yaşamdan kopardı beni. Ölmek çok kolaydı. Ahlaktan edepten ve Tanrı’dan uzaklaştırdı beni bu bilinç. O günden başlayıp gençliğime kadar her şeyi kavga ederek kazandım. Çok dayak yedim ve çok insan yaraladım. Çok kemik kırdım, çok kemiğim kırıldı. Artık dövemiyorum kimseyi, artık o kadar kolay da değiştirmiyor bu yöntem bir şeyleri. Düzeltmiyor da. Özellikle içimdeki yılgınlığı. Şiddet algımı kaybettim, kendimi öldürebilme fikrinden kopamıyorum hala.


SENDE VAR MIYIM, SENDE YOK MUYUM? KENDİMCE HAKLIYIM... BİRLİKTE DOĞRUYUM..
.
İçinde ben yokum. Belki varım, nasıl varım bilemem. Ben herkesin içindeyim sanıyordum kendimi. Kimsenin içinde değilmişim. Bana yazık oldu ki ben böyle ziyan oluş yoktur derdim. Kifayetsizim ve daha da iflah olmam. Ben kendimde bile değilim.
İçimde bir şeyler öldü eminim. Tenim hala sıcak fazla uzaklaşmış olamam!

İLLÜZYON

Vardık, var olmayacaktık. Fark edildik, onlarca mezar taşı içinde fark edilmeyeceğiz.
-en fazla nereye dönebilirsin ki?
+hiç'e geri.
 Bir iz bırakacağız mutlaka. Belki de bir iz bıraktık bile muhtar. Fazla diyecek bir şey yok, insan olmanın gereğidir var olmak, insan olmanın gereğidir onuruyla tekrar yok olmak.”

KALICI HASARLAR

Kalemime hiçbir aşkın izi değmedi şu güne kadar. Sana kadar. Bak ben yalan söylemem, ne söylediysem doğrudur. Hayatımdan geçen birkaç kadının izi durur bir yerlerde. Durmalıdır da. İnsan olmanın gereği budur. Ama sen kapattın hepsini. Ben sendeki izleri kapatamıyorum. Biz, biz miyiz? Ondan bile emin değilim.
Senden hariç bu anlattıklarım. Benim hasarlı kaygılarım bunlar. Ben kendim olamıyorum. Yazmasam çıldıracaktım. Yazdım, öldüm. Kendi cenazemi en önden seyretmek istiyorum ben. Düğünümün kır düğünü olmasını değil cenazemin kır cenazesi olmasını planlamak istiyorum.
-Çok güçsüz ve korkak hissediyorum doktor.
-Kendimi öldürsem kaç yıl yerim polis abi?

OUTRO

Hayatımın belli bir kısmına eşlik etmiş, bana müthiş hisler yaratmış müthiş varlığın; varlığından yokluğuna yazılmış sürecin tenimdeki izleridir. Yaşarken müthiş, yazarken acı veren, okurken kolumu sızlatan şeyler yazmışım.  Anlamsız kaygılarımı, hasarlı kuruntularımı, saygısız acılarımı utanmadan, yerinmeden insanlığa sergileyebilmeyi öğreten, hayal kurma refleksimi yeniden doğuran müthiş varlığa sevgilerle. Güneye, Güneşe ve bilimum güzel hayale iç çekerek bakıyorum. En çok onlar güzeldi. Bol şans.


*: İsmet Özel-İçimden Şu Zalim Şüpheyi Kaldır
**:Deniz Sungur-Söyle
***:Hasan Yurtoğlu-Weysel Paradoksu
****:Artık var olmayan bir abi.